“Ülkemizde seçimlerin kaderini milliyetçi oylar belirler” temalı kaç yazı yazdım hatırlamıyorum bile…
Geçen haftaki yazımda muhalefet açısından oluşan riskin altını şu şekilde çizmiştim: “Sadece milliyetçi seçmen bloğunda kafa karışıklığı görünüyor… ‘Duygu birliği’ var görünse de önümüzdeki seçimler için potansiyel ‘davranış birliği’ ve ‘ağız birliği’ yok… Bu saatten sonra ittifaklar açısından biraz daha büyüme payı sadece milliyetçi seçmen bazında var… Zaten kafa kafaya görünen seçimleri, belli ki milliyetçi seçmenlerin ağırlıklı olarak destekleyeceği taraf kazanacak…”
Çünkü yakın siyasî tarihimizde hep öyle olmuştu… Geçmişteki referandumları, milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini defalarca kaleme aldım ve sosyal olguyu dikkate almayanların bedel ödediğini ve ödeyeceğini vurguladım…
Politik kimlik anlamında kendini ‘milliyetçi’ olarak ifade eden seçmen kitlesinin, diğer kitlelerden çok daha büyük bir alanı kapladığı ve ‘milliyetçi partileri’ bile aşan bir nitelik taşıdığı belliyken, bu kitlenin davranış biçimini doğru yorumlayamamak işte bu sonucu doğurdu…
Milliyetçi kitlenin davranış biçimine katılmak veya katılmamak, eleştirmek ya da çelişkili bulmak başka bir şeydir, onun nasıl davranacağını öngörememek başka bir şey…
O çok bilmiş siyasetçiler, uluslararası piyasası olan büyük reklamcılar, burnundan kıl aldırmayan stratejistler ve gazeteciler çözsünler durumu bakalım!..
***
Okuyucuların affına sığınarak, Temmuz 2018’de bu sütunlarda yayımlanan şu satırlarımı paylaşmak istiyorum:
“Ülkenin diğer alanlarında şartlar ne olursa olsun HDP’ye mesafe koymayan siyaset kaybediyor… Çünkü “Onları da kazanmak, demokratik zemine çekmek, Türkiye’nin partisi yapmak lâzım” türünden gerekçelerin bugüne kadar hiçbir karşılığı olmadı…
Ne HDP ve selefleri niyet etti, ne de halk buna itibar etti… ‘Devletle olan eski hesabı başkalarının sırtından görme’ heveslisi ve aynı zamanda ‘devrimci özne’ arayışında bir kısım radikal solcu ile HDP’ye oy vermeyi ‘İktidarı cezalandırmanın en kestirme yöntemi’ olarak gören sınırlı muhalifler dışında bu çizgiye prim verenler çıkmadı…
***
HDP, BDP’den, DEP’ten, HEP’ten, HADEP’ten, DEHAP’tan farklı bir imajda, daha demokratik bir görüntüde ve ‘Türkiye partisi’ çizgisinde sunulmak istenmişti… O çatı altında yer kapma yarışına giren marjinal sol çevreler, partinin ‘bölge partisi’ olmaktan çıkmasına, artık ’emek ve özgürlük’ çerçevesinde, etnik kimlikten uzak bir siyasete oturtulacağını pazarlamıştı…
Son İstiklâl Marşı krizinde yine görüldü ki, olmadı, olamazdı… PKK’nın sivil katliamlarında bile cılız kınamalar yapan ve bu kınamalarda PKK’nın adını geçirmeyen bir partiydi HDP… Milletvekili, “PKK, Türkiye’yi ve Orta Doğu’yu güller bahçesine çevirmek için ortaya çıkmış barış ve halk hareketidir. Eğer PKK, Türkiye’yi güller bahçesine çevirmek istemeseydi, PKK’nın öyle bir gücü var ki, sizi tükürüğüyle boğar” diye meydan okuyabiliyordu…
İnternet siteleri, Antalya Kumluca’da çıkan bir orman yangınını “Türk ordusu Lice’de ormanları yakıyor” şeklinde verebiliyordu… PKK’lı teröristlerin cenazelerinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptıkları, Moğol istilasından bile ileri’ olmakla tanımlanırken, bir başka milletvekili, Türk ordusunun Afrin harekâtı için “Kobane’yi savunduğumuz gibi Afrin’i de savunacağız. Afrin’e saldırı tüm Kürtlere saldırıdır. Afrin’e saldırı Amed’e, Kerkük’e, Mahabat’a saldırıdır. Bu duruma asla sessiz kalınmamalıdır. Halklarımızı sokağa sesini yükseltmeye ve demokratik tepkisini vermeye çağırıyoruz” diyebiliyordu…
“Eğer askerlerin, polislerin katledilmesini istemiyorsanız 24 saatte bu ülkeyi bir barış yurduna, cennet yurduna çevirebiliriz” diye şantajda bulunan da doğrudan PKK’lı bir terörist değil, onun adına tehdit savuran HDP’li milletvekiliydi… Tıpkı korucuları hedef alan Muş milletvekilinin “Bu memleketten defolup gideceksiniz. Bize uzattığınız o keleşi size çevirmesini çok iyi biliyoruz” demesi gibiydi…
Hangi gerekçeyle olursa olsun, HDP’ye yakınlaşan, ona mesafe koymayan kaybediyor… İktidar partisi çözüm sürecindeki tehlikeli yakınlaşmanın bedelini 7 Haziran 2015’te ağır ödedi… Masa devrilip, meskûn mahal operasyonları başlamasaydı şimdi çoktan enkaza dönmüştü, yara bere içindeki devletle birlikte…
1991’de SHP, PKK’nın siyasî uzantısı HEP’i Meclis’e taşıdı… Aldığı oy yüzde 20.7’ydi… CHP olarak gireceği bir sonraki seçimde trajik bir düşük yaşayacaktı… Barajı zor geçmiş, ancak yüzde 10.7 oy alabilmişti… Oylar, Ecevit önderliğinde millî ve üniterden yana duran DSP’ye kaymıştı… Halk SHP/CHP’nin PKK’nın siyasî çizgisiyle yakınlaşmasının cezasını kesmişti… İstanbul, Ankara ve İzmir belediyeleri sosyal demokratların elindeyken, üçü birden 1994’te kaptırılmıştı…
Daha sonraki seçimlerde de seyir farklı olmadı… HDP’ye öncekilerden farklıymış gibi çizilen imaj halk tarafından kabul görmedi… Konuyu ‘insan hakları, özgürlükler, demokrasi’ gibi kimsenin itiraz edemeyeceği kavramlarla süsleme çabası, halk nezdinde gerçek içeriği gizlemeye yetmedi… O yüzden halkın partilerle ilgili kanaatini, o partilerin HDP’ye yaklaşım biçimleri belirliyor ağırlıklı olarak…
HDP’yi hem ‘Türkiye partisi’ çizgisinde görme ve gösterme gayreti, hem de ‘Kürtlerin tek temsilcisi’ varsayımı, kendi içinde çelişkiler barındırıyordu… Bu da muhalefete bedel ödetti, ders çıkarılmazsa ödetmeye de devam eder… “
İşte 2018’de bu son paragrafta ifade ettiğimiz gerçek yeniden tecelli etmiş gibi değil mi?