featured

CHP’nin dününe, bugününe, yarınına özel ve öznel bir bakış

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Amerika’nın Obama’ya “Evet” dediği seçimler, siyahi ve beyaz adamın aynı otobüsün içinde yan yana oturamadığı günlerin çok ötesinde bir olgunluğun simgesi olarak hafızalara kazınmıştır.

Türk toplumunun derinlerine inildiğinde ise bu tür bir olgunluğa ulaşmanın hâlâ uzak olduğunu görebiliriz.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, tarih boyunca süregelen mezhep çatışmaları, sosyal ayrışmalar ve yarım kalan hesaplaşmalar…

Bu, Alevi kimliği taşıyan Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de seçilmesinin neden bu kadar zor olduğuna dair kısa fakat önemli bir arka plan sunuyor. Ülkenin en büyük ve canlı fay hatlarından bir tanesi. Çok parçalı bir yapı, örgütlü ve politik olmayışı yalnızca inançsal temelde bir birlik oluşturabilmesi; CHP’nin doğal seçmen tabanına dahil olan Alevi kimliğinin zorlu yanlarıdır…

Toplumsal dokudaki derin çatlakların, çözülmemiş hesaplaşmaların ve yeterince yüzleşilmemiş gerçeklerin acı bir tezahürü.

Bu kapsamda, Kılıçdaroğlu’nun seçim başarısızlığı, salt bir politik analiz konusu olmaktan öte, ülkemizin sosyal ve tarihi derinliklerinde yatan daha büyük meselelere işaret ediyor. Asırlar boyu süregelen derin tarihî çatışmalara…

Tabii bu noktada bir Doğu toplumu olarak Türkiye’nin, Cumhuriyet’in kazanımları ve bu coğrafyada her şeye rağmen maya tutan laiklik sayesinde, mezhepçilik konusunda aslında epeyce yol kat etmiş olduğunu da yine Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine rağmen aldığı yüzde 48’lik oy oranından okumak mümkündür.

KISA BİR TARİH TURU

Osmanlı’nın son dönemlerinde, dünyada yaşanan dönüşüm ve değişimin ışığında bir yenilenme çabası vardı. Ancak bu çabalar toplumun geniş kesimlerine ulaşmada yetersiz kaldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının devrimci ruhu, bu mirası dönüştürmeye yönelik büyük bir adım olarak görüldü. Ancak, bu süreçte de, tarihin derinliklerinden gelen sosyal ve mezhepsel çatışmaların üstesinden gelmek kolay olmadı. Atatürk’ün gidişiyle birlikte aydınlanma da yarım kaldı.

İnönü döneminde, Türkiye bir yandan modernleşme ve Batılılaşma çabalarını sürdürürken, diğer yandan II. Dünya, yani II. Paylaşım Savaşı, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti’nin yükselişi gibi yeni siyasi dinamiklerle yüzleşti. Tüm bunlar CHP’nin giderek zorlaşan yolculuğunun perde arkasına dahil oldu.

Bu arada toplumsal ayrışmalar ve mezhepsel çatışmalar modern Türkiye’nin siyasi sahnesinde de hala etkiliydi. 

Demokrat Parti’nin, köylülerden, şehir ve kasaba eşrafından oluşan tabanı ve dini değerler ile savaşın getirdiği acıların üzerine kurulu politikasıyla elde ettiği seçim zaferi.

Bunun karşısında; bürokratlar, elitler ve jakobenlerle özdeşleştirilen bir CHP.

Sonra 1960 darbesi, Türkiye’de her on yılda bir gerçekleşen askeri müdahalelerin ilki olarak, Süleyman Demirel gibi siyasi figürlerin önünü açtı.

1970 muhtırası, 24 Ocak kararları ve ardından gelen 12 Eylül1980 faşist darbesi ülkenin üzerinden silindir gibi geçmiş, siyasi ve sosyal dokuyu derinden etkilemiştir.

1983’te siyasi partiler üzerindeki yasakların kademli olarak kalkması, Türkiye’nin siyasi sahnesinde yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmiştir.

SHP’nin 1989’da elde ettiği yerel yönetim başarıları ise liyakatli ve de deneyimli kadroların eksikliği nedeniyle heba olmuştur.

Ekim 1989’da Paris’te toplanan Kürt Konferansı’na katılan dönemin SHP’den 7 milletvekilinin SHP’den ihraç edilmesi ve bunu takiben 1990’da, Fehmi Işıklar genel başkanlığında Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kurulması, Türk siyasetinin önemli makas değişikliklerinden bir tanesi olmuştur.

1994’e gelindiğinde ise başta İstanbul olmak üzere 89’da elde edilen belediyelerin büyük çoğunluğunun kaybedilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Recep Tayyip Erdoğan, %25 oy oranıyla (İkinci parti olan Anavatan ve adayı İlhan Kesici % 22, üçüncü parti SHP ve adayı Zülfü Livaneli % 20 gibi yakın oy oranlarına sahipti) İstanbul Belediye Başkanı seçilmiştir.

1995’te SHP’nin feshedilerek CHP’ye katılmasıyla gerçekleşen birleşme, partinin önünde yeni bir sayfa açmış, ancak köklü sorunların hemen çözülmesini sağlayamamıştır. Ayrıca kadrolar arası doku uyuşmazlığı problemi de kendini göstermeye devam etmiştir.

1995 sonrası, Türkiye’nin siyasi manzarası, ekonomik krizler, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Kürt sorununa yönelik politikalar ve artan toplumsal kutuplaşma gibi çeşitli faktörlerle daha da karmaşık hale gelmiştir.

1999 genel seçimlerinde Deniz Baykal liderliğindeki CHP, yüzde 8.71 oy oranıyla seçim barajını geçemeyerek ilk kez TBMM dışında kalmıştır.

2002’de, yüzde 34 oyla AKP, 2002’de iktidara gelmiş ve Meclis’in yüzde 66’sını almıştır. DYP, MHP ve Anavatan Partisi baraj altında kalmış, seçimlerde verilen oyların yüzde 46’sı mecliste temsil edilememiştir!

Deniz Baykal başkanlığındaki CHP’nin oylarıyla kabul edilen anayasa değişikliği ve ardından tekrarlanan Siirt seçimlerinde AKP’li Mervan Gül’ün, Erdoğan’ın seçilmesine olanak sağlamak amacıyla adaylıktan çekilmesi, Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi  ve nihayet başbakanlık yolunun açılması… Tüm bunları takiben başlayan AKP iktidarıyla birlikte, kutuplaşma da, demokrasi ve özgürlükler alanındaki endişeler de günbegün artmıştır.

2009 yerel seçimlerinde Baykal ile anlaşan Murat Karayalçın’ın CHP adayı olarak Ankara’da yüzde 31’e karşı yüzde 38 oyla Melih Gökçek’e kaybetmesi de önemli bir kırılma noktası olmuştur.

2013’teki Gezi Parkı protestoları, toplumun belli kesimlerindeki memnuniyetsizliğin ve taleplerin açık bir ifadesi olmuştur.

Bu süreç, siyasi alanın daha da polarize olmasına ve demokratik standartlar konusunda uluslararası endişelerin artmasına yol açmıştır.

2019 Seçimleri

2019 yerel seçimlerinde, özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde muhalefetin kazanması, toplumsal ve siyasi dinamiklerde önemli bir değişim sinyali olarak değerlendirilmiştir.

 Kendi içinde “metal yorgunluğu”nu kabul eden AK Parti, seçmenin “artık bu kadar yeter” mesajıyla karşılaşmıştır. 1994’te yerel yönetimin ele geçirilmesi ve 2002’deki genel seçimlerle devam eden uzun yönetim dönemi, toplumu giderek artan bir umutsuzluğa itmiş ve bu süreç boyunca toplumda ciddi bir muhalefet potansiyeli oluşmuştur.

Ekrem İmamoğlu, özellikle İstanbul’da, adeta bir konjüktür adayı olarak ortaya çıktı. İsminin “İmamoğlu” olmasının bile tek başına, dindar kesimden destek almasını sağlamaya yetti.

“Hiçbir şey olmadıysa bile bir şey olmuştur,” şeklinde öne sürülen trajikomik bir gerekçeyle tekrarlanan seçimler halkta derin bir mağduriyet duygusu yaratmış ve neticede bu kez 806 bin oy farkla İmamoğlu yeniden seçilmiştir.

İmamoğlu’nun belediye başkanı olarak ilk icraatlarından biri, kendi popülaritesini ve genel başkanlık potansiyelini ölçmek üzere araştırma şirketleriyle anlaşarak Kılıçdaroğlu ile kendisini adeta yarıştırmıştır. Bu hamle, parti içindeki dengeleri değiştiren ve Kılıçdaroğlu’nun liderliğine doğrudan bir meydan okuma olarak algılanmıştır. İmamoğlu’nun bu hamlesine ne Kılıçdaroğlu ne de etrafındaki kurmay heyeti itiraz etmiştir.

İmamoğlu’nun, parti içindeki bazı figürler tarafından desteklenmesi ve bu destekle kendi politik markasını güçlendirmeye çalışması, CHP içinde yeni bir çatışma ve rekabet alanı yaratmıştır. Karşısında herhangi ciddi bir karşı duruş veya itiraz görmeyen İmamoğlu da giderek sesini daha çok yükseltebilmiş, adeta gemi azıya almıştır.

İmamoğlu, İBB Başkanı olarak, CHP’nin yönetiminde olmayan şehirlerdeki ihtiyaç sahibi örgütlere destek çıkmış, oralardaki boş karınlara çalışmış, delegelerin büyük oranda belirlenmesini sağlamıştır.

Bu dönemde, partide İmamoğlu etrafında şekillenen bir grup, hem genel başkanlık hem de cumhurbaşkanlığı için onu bir aday olarak konumlandırmaya çalıştı.

KILIÇDAROĞLU’NUN YENİLGİSİNE GENEL BAKIŞ

Kemal Kılıçdaroğlu’nun politik sahnede sergilediği mücadele farklı yönleriyle hem CHP’nin hem de Türkiye’nin siyasi tarihine ışık tutan bir hikayedir.

2023 seçimlerinde %48 gibi tarihi bir oy oranıyla kaybetmesi ve sonrasında partide yaşananlar, insanı ister istemez CHP’nin dününü ve bugününü gözden geçirmeye ve yarını hakkında endişelenmeye sevk ediyor.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun  2010 yılında, Baykal’ın kaset skandalıyla istifasının ardından genel başkanlık koltuğuna oturmasıyla CHP’deki 2010-2023 Kılıçdaroğlu dönemi başlamıştır.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun son genel seçimlerde aldığı yüzde 48, gerçekten de CHP tarihindeki en yüksek oy oranlarından biri olarak kayıtlara geçmiştir. Kılıçdaroğlu’nun, altılı masayı bir araya getirmesi ve bir arada tutabilmesi siyasi bir beceri örneğidir.

Ta ki Meral Akşener’in (başta bahsettiğimiz mezhepçilik fay hattının da etkisiyle) masayı devirme hareketiyle birlikte tüm dengeler altüst olana kadar. Akşener’in politik kariyerinde belki de en tartışmalı hamlelerden biriydi bu…

Aslında Akşener başından beri Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşıydı. Bunun mesajını uzun süredir veriyordu. Dolayısıyla Akşener’in bu biraz da beklenen çıkışı, siyasi arenada bir domino etkisi yarattı ve ittifakın oy oranları üzerinde doğrudan ve olumsuz bir etkisi oldu. Haliyle seçim sonuçlarını da etkiledi.

Kılıçdaroğlu’nun Akşener’e uzattığı destek eli, özellikle MHP’den ayrılış süreci ve sonrasında CHP’den aldığı milletvekili desteği sayesinde siyasi arenada önemli bir figür olarak yükselişini mümkün kılmıştır. Buna karşılık Meral Akşener’in uzlaşmaz tutumu ittifak içinde gerilimlere yol açmıştır.

Adeta siyasi bir “Diyet” öyküsü gibi…

Siyasette ittifaklar ve partilerin birbirine verdiği destekler kısa süre içinde tam aksi yöne evrilebilir ve bazen de beklenmedik sonuçlara yol açabilir. Bugünün parlayan yıldızı, yarının belirsizliğine bırakılabilir. Bunu unutmamak gerekirdi belki de.

6’lı masanın her bir bileşeninin ayrı ayrı seçime katılması, belki de daha stratejik bir yaklaşım olabilirdi. Zira, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, Demokrat Parti, DEVA Partisi’nin tabanından Kılıçdaroğlu’na yeterli destek gelmediği gözlemlenmiştir. Eğer bu partiler kendi adaylarıyla seçime girseydi, tabanlarından kendi adaylarına doğal bir oy akışı sağlanabilirdi. Bu yapılmayınca, Kılıçdaroğlu’na gitmesi beklenen oylar, stratejik bir hata sonucu kaybedildi ve AKP’ye gitti. Bir nevi ciddi bir mühendislik hatasına düşüldü.

Tabii bu arada o gün oy oranları tek haneli rakamlarda, hatta yüzde 1’lerin altında kalan partilere verilen tavizleri de unutmamak gerekir…

Seçim sabahı, özellikle İmamoğlu ve Özgür Özel taraftarlarının daha “cenaze ortadayken”, kefen henüz kurumamışken Kılıçdaroğlu’nu suçlamaları, acımasız bir iç muhasebeye girişmeleri yanlıştı.

Gerçekte yapılması gereken ise CHP’nin neden kaybettiğini derinlemesine analiz etmek, tartışmak, sorgulamak olmalıydı.

Meral Akşener’in ittifakı baltalama hareketi, diğer partilerin yetersiz çabaları ve bazı CHP’li kadroların seçim sürecine yeterince samimi katılım göstermemesi, gönülsüz davranması, Sinan Oğan’ın Cumhur İttifakı tarafına geçmesi, Muharrem İnce’nin genel merkezde Kılıçdaroğlu’nu “yakışıksız” karşılaması, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığını hiçbir zaman içine sindirememesi gibi faktörler ve elbette Tayyibistan’ın müesses nizamı ile iktidar gücünün etkisi, seçimin kaybedilmesinde büyük rol oynadı.

Ayrıca bu mağlubiyette İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Ekrem İmamoğlu’nun ve Mansur Yavaş’ın rolünü de unutmamak gerekir. Ne de olsa bu isimler de meydanlardaydı ve seçimin kazanılması halinde Cumhurbaşkanı yardımcısı olacaklardı… Mağlubiyetin sorumluluğunu üstlerine almaktan kaçınıp bir kenara çekilmeleri, suçu üstlerinden atmaları kabul edilemez. Eğer Kılıçdaroğlu “müzeye kaldırılacaksa” bu isimler de ona eşlik etmeli…

Tüm bu durumlar göz ardı edilerek, Kılıçdaroğlu hemen suçlu ilan edildi.

Kılıçdaroğlu’nun politik kariyeri, saf, temiz ve bürokratik bir geçmişten gelerek, siyasetin zorlu mutfağında kendine yer bulmuştur. Hesap uzmanlığı deneyimi, onun bilgi birikimini ve emeğini yansıtır. Devlet bürokrasisinde önemli roller üstlenmiş, SSK’da genel müdürlük yapmıştır.

Ancak…

Altılı masayı bir araya getirme başarısına rağmen, kendisi yerine Türkiye’nin sosyal yapısına ve siyasi olgunluğuna daha uygun bir adayı destekleme adımını atamamış, bu noktada siyasi hırsına yenik düşmüştür.

Bu da Kılıçdaroğlu’nun hata hanesine yazılabilecek davranışlardan bir tanesi olmuştur.

Eğer Kılıçdaroğlu ve yakın çevresi mevcut siyasi tabloyu daha net bir şekilde analiz edebilmiş ve geleceğe yönelik stratejilerini buna göre şekillendirebilmiş olsaydı, Başbakanlık pozisyonu için stratejik bir hazırlık içine girerlerdi. Nihayetinde, 6’lı masanın temel hedeflerinden biri, cumhurbaşkanlığı sisteminden uzaklaşıp güçlü bir parlamenter sisteme geri dönüş yapmaktı. Akşener’in “Ben Başbakan olacağım” şeklindeki iddialı beyanı da zaten bu dönüş arzusunu vurguluyordu. 

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Kılıçdaroğlu’nun bu vizyona uygun bir şekilde kendini ve partisini Başbakanlık için hazırlaması, stratejik bir öngörü olarak değerlendirilebilirdi.

Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı için ülkenin geniş kesimlerinden destek alabilecek, karizmatik ve toplumun teveccühünü kazanmış, örneğin Yılmaz Büyükerşen gibi, Murat Karayalçın, hatta ve hatta daha büyük bir uzlaşı için Meral Akşener (Türkiye’nin ilk kadın Cumhurbaşkanı ünvanını da taşımış olurdu) gibi bir ismi öne sürerek, seçimlerden galip çıkabilir ve Türkiye bugün belki de çok farklı bir noktada olabilirdi.

Kılıçdaroğlu ve CHP o tarihte daha büyük bir vizyon göstermeliydi.

“Göz ola dağın ardını göre, akıl ola başa geleceği bile”…

İnsanları tanımanın üç yolu vardır: Aile içinde, ticarette ve siyasette.

Siyasette insanlar, birbirlerinin gerçek yüzünü görebilir. Ancak, tutarlılık ve sebatın olmadığı bir ortamda, ne siyasette ne de ticarette başarıya ulaşmak mümkün değildir.

Sağ siyaset bu konuda daha başarılıdır; daha tutarlıdırlar. Bir biat kültürüne sahipler. Bizde biat olmasa da, (olmasın da!) tecrübe, liyakat ve doğru muhalefet yapabilmek önemlidir.

Kılıçdaroğlu, buzdağının sadece görünen yüzünü fark edebildi, görünmeyen yüzünü bilemedi, kontrol edemedi.

Tabii burada Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki kurmay heyetinin onu doğru yönlendirememesinin de etkisini göz ardı etmemek gerekir. Özellikle adaylık sürecinde Kılıçdaroğlu’nu cesaretlendirmeleri, gerçeklerle yüzleştirmemeleri ve Kılıçdaroğlu’nun da kendini bu havaya kaptırması, bir hayli yanıltıcı olmuştur.  

O güne kadar Kılıçdaroğlu’nun yanında görünen Veli Ağababa, Onursal Adıgüzel, Gökhan Günaydın, Seyit Torun, Mahir Başarır, Engin Altay, Bülent Tezcan gibi “çevrimiçilerinde dolap çeviren” isimlere (ki bu isimler tek başlarına değil bulundukları ilin, ilçenin, mahallelerine kadar örgütlenmiş yapılarıyla birlikte düşünülmelidir) karşı Kılıçdaroğlu’nun zamanında, atı alan Üsküdar’ı geçmeden, bu isimler kurultayda zaferlerini ilan etmeden önce uyanamaması da bu süreçte önemli bir etkendir. 

İmamoğlu da bu sırada, CHP’nin örgütüne, taşra teşkilatlarına ve merkezdeki teşkilatlara “gecekondu” yaparak işe girişmiştir.

Yine Ankara’da, Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen gibi, Denizli milletvekili ve CHP Grup Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca gibi kişliler kendi bulundukları bölgelerden kurultaya delege taşıyamamışlardır. Çünkü bu ve benzeri isimler kendi konforlu alanlarında ellerini sıcak sudan soğuk suya değdirmemişler ve yeterince çalışmamışlardır. Tabanda gerekli çalışmalar yapılmayınca, Özgür Özel ve İmamoğlu’na destek verenler bu boşluğu doldurmuştur. Nitekim kurultayda bunun ödülünü almışlardır.

Ne de olsa tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmazmış…

Kılıçdaroğlu’nun seçim kaybetmesindeki etkenlerden biri de, örgüt tabanında sevilen ancak sesleri daha az duyulan, ilkeli ve parti aidiyetine sadakatli isimlerin, örneğin 27. dönem Ankara milletvekili Servet Ünsal gibi figürlerin, milletvekili listelerine alınmamasıydı. Bu durum, bu değerli isimlerin örgüt içinde aktif olarak çalışma ve katkıda bulunma şanslarını kısıtlamıştır. Bu kişilerin siyasi figür olamamaları ve onlar yerine “ihanetçilerin”, adeta ödüllendirilir gibi liste başlarına konması, Kılıçdaroğlu’na en büyük darbeyi vurmuştur.

SON CHP KURULTAYI

Kılıçdaroğlu’nun seçim kaybı üzerine bir fırsat olarak görülen CHP Kurultayı, partiyi ele geçirme ve “her şeyin güzel olacağına” dair bir yanılgı ve değişim türküsü merkezinde gerçekleşti.

Halbuki dereyi geçerken, yani yerel yönetim seçimlerine giderken at değiştirilmezdi.

Kılıçdaroğlu gibi siyasi bir figürün, partideki emeği ve katkısı göz ardı edilerek delegelerin teşkil edilmesiyle kurultayda adeta köşeye sıkıştırılması ve onurunun zedelenmesi, parti içi uyumu ve birlik ruhunu derinden sarstı. Kılıçdaroğlu, ilk turdaki seçimi az bir oy farkıyla kaybettikten sonra, stratejik bir kararla ikinci turda Özgür Özel karşısında yarışmamayı tercih etmeliydi. Bu, hem kendisi hem de partinin geleceği adına daha sağlıklı bir yol olurdu. Kılıçdaroğlu’nun, bu şekilde kenara çekilmesi, ona ve partinin tarihine yakışır bir uğurlamayı mümkün kılabilirdi.

Yapılan kurultay, adeta bir tiyatro sahnesini andırdı. Sahne ışıkları altında, Özgür Özel’e oy veren (İmamoğlu destekçisi) 185 İstanbul delegesi (ki İstanbulda toplam 195 kurultay delegesi vardı) kurultayın yönünü belirledi.

Ankara’daki kurultay delegelerinin belirlenmesi sürecinde, Alper Taşdelen’in yeterince çalışmaması ve Mansur Yavaş’ın CHP tabanından gelmemesi gibi faktörlere bağlı olarak örgüt içinde boşluk gözleniyordu. Bu durumu fırsat bilen Tekin Bingöl gibi isimler, Özgür Özel ve İmamoğlu destekçileri, Ankara’da etkin bir şekilde harekete geçerek, kurultay için güçlü bir destek sağladılar. Özellikle Çankaya Belediye Başkanı’nın örgüt üzerinde yeterince etkili olamaması, bu grupların Ankara delegasyonu üzerinde hakimiyet kurmalarına yol açtı ve istedikleri sonucu elde etmelerini sağladı.

Bu hamle, Kemal Kılıçdaroğlu için adeta siyasi bir tasfiyeye yol açtı.

Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi kaçınılmazdı.

Ancak İzmir, Adana, Elazığ gibi şehirlerden gelen destek, onun hala partinin önemli bir kesimi tarafından desteklendiğinin bir göstergesiydi.

Kılıçdaroğlu’nun, parti içindeki muhalif dalgaların ve dışarıdan gelen saldırıların ortasında, kurultayın ilk turunda yalnızca az bir oy farkıyla mağlubiyete uğraması; geleceğe dair hâlâ bir umut ışığı taşıdığının kanıtıdır. Bu, gözleri kapalı olmayan herkes için açıkça görülebilir bir gerçektir.

Bu kurultay, aynı zamanda aslında CHP’nin dokusuna uymayan bir lider profilinin, İmamoğlu’nun, yükselişine şahitlik etti. Yeni jenerasyon, Machiavellist bir anlayışla, “kullanma ve kullanılma” üzerine kurulu bir siyaset anlayışını benimsiyor gibi görünüyor…

Ekrem İmamoğlu idolü olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın politik ve idari tarzını model alarak şekillenmiş gibi görünüyor.Onun güçlü yanlarını örnek alıp, zayıf yanlarını güçlendirerek kendinde toplamaya çalışan bir figür.Ancak Erdoğan’ın aksine, uygun zaman gelene kadar perdenin gerisinde durmayı tercih etmiş ve kendisine vekil olarak özgür Özel’i kullanmıştır.

Ancak ne yazık ki bu tutum Türk siyasetinde liderlik yapabilmek için kabul görmez, görmeyecektir.

Zira İBB başkanlığına geldiğinde, özellikle eleştirilen (5’li çete diye tabir edilen) müteahhit gruplarla ilişkilerini kesmeksizin, “Tam yol ileri” politikasıyla devam ettiği gözlemlenmiştir.

Tüccar bir aileden gelen İmamoğlu, iş insanı mantığıyla, kendi ekonomik ve politik çıkarlarına hizmet eden bir yapı inşa etmiştir.

Yazının devamı için lütfen tıklayın…

Haber Kaynağı www.muhalif.com.tr

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
CHP’nin dününe, bugününe, yarınına özel ve öznel bir bakış

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Ulusal24 Haber Merkezi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!