Bakır meşaleler gecenin karanlığını aydınlatıyor, çalgıcılar altın dişleriyle gülüyor, ateşten nefesleriyle dantelalarını kemanlarının yakasına takıyorlardı. Utlar, kemanlar, klarnetler, Endülüs işi perdesiz gitarlar, ziller, defler çok eski zamanların adı konmamış eski bir müziğini çalıyordu. Hava kurşun gibi ağırdı ve çingeneler herkesi kurşun dökmeye çağırıyordu.
Kadim Mısır, Bizans, Roma, Bask, İspanyol, Seferad, Osmanlı, Pomak, Ari Hint ve Endülüs suretleri dolaşıyordu ortalıkta. Gece “Pi” kokuyordu, gece “Ra” kokuyordu. Gece ilahi saltanatları anlatıyordu. Hor’a tapanlar, Tin’li krallar sırtlarında piramitlerle dolaşıyordu.Kraliçe Hatşepsut oradaydı, Thotmes ve Thotmeşin, Amonofis, Mernefetah oradaydı. Nefertiti oradaydı. Herkes, herkes için “Om Mane Padme Hum” diyordu. Gece Cipsice konuşuyordu, gece Baskça konuşuyordu. Jitanlar, Arileri selamlıyor, zil, şal ve gül sonsuz uzun gecenin içinde kobalt mavisi sislere karışıyordu.
Alev kırmızısı elbisesi içinde kömür karası gözlü, kuzguni kara saçlı kadın, ağır adımlarla dönüyordu. Kadının kulaklarındaki halkalar, erimiş bir altın gibi aşağılara akıyor, fildişi renkli ince uzun boynunu okşuyordu. Alplerden, Toroslardan ve Karpatlardan esen is kokulu ağır bir rüzgar, sabahı olmayan bu Endülüs gecesine karışıyordu. Kadın inci dişlerini göstererek karanlık gökyüzüne gülüyordu. Kırmızılı kadın “Si Senyor” diyordu. Kırmızılı kadın “Evet Beyim” diyordu…
Köşe yazısının tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.