featured

Ünlü yazar Nermin Bezmen, bilinmeyenlerini anlattı

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Girişi nasıl yapacağımı gerçekten bilmiyorum. Yıllardır tanıdığım, sevdiğim Nermin Bezmen karşımda. Kurt Seyit ve Şura’nın uluslararası başarısından mı başlamalıyım, yoksa şu an yeni yazmaya başladığı Mersin’li bir ailenin hikayesinden mi bilemiyorum. Klasik bir şekilde başlayalım, bakalım sohbetimiz bizi nereye götürecek.

Onca yoğunluğuna rağmen beni kırmayan sorularımı tüm samimiyeti gülen gözleri ile cevaplayan sohbetimizin konuğu Türk Edebiyatı’ın önemli isimlerinden Kurt Seyit ve Şura’nın yaratıcısı sevgili Nermin Bezmen.

– Nermin hanım, öncelikle bulunduğumuz yerden başlayalım. Binlerce hayranınız size kitaplarını imzalatmak için bekliyor. Yıllar geçmesine rağmen hafızalardan silinmeyen Kurt Seyit ve Şura, hatta giderek özellikle genç kuşak tarafından size karşı olan bir sevgi ve hayranlık var. Genç kuşak başta olmak üzere bu hayranlığın bu sevginin artan sebebi sizce ne olabilir?

Okurlarımla ilk romanımla başlayan ve gittikçe gücü artan bir sevgiyle bağlıyız birbirimize. Romanlarım da, hikâyelerim de, hep insanî olanı anlatır. İnsanı tüm yönleriyle, ırk, dil, din, köken, cinsiyet, yaş farkı gözetmeksizin tüm var oluş halleriyle ele alıyorum yazarken. Her hangi bir gruba, bir yapıya veya bir ideolojiye hizmet amaçlı yazmıyorum. İnsan beni ilgilendiriyor, her tarihi dönemde, her coğrafyada, her haliyle insan ve bütün bu çeşni içinde her anlattığım karakterimin ruh haline ve kılığına giriyorum yazarken. O her kimse onu anlayarak ve anlatarak yazıyorum. Dolayısıyla romanlarımın hitap ettiği okur yelpazesi de bu zengin karmayı içine alıyor. Kalemim sade, anlaşılır. Düşündüğüm ve konuştuğum gibi yazıyorum.

Edebiyat dünyasında yerimi açan ilk göz ağrım romanım Kurt Seyit ve Şura, yazarlığımın 30. senesinde 47. baskısıyla yeniden yeni okuruyla buluşmakta. Bu çok heyecan verici bir olay benim için. Diğer taraftan dünyada da turunu devam ettirmekte. Her an taze, her an yeni serüvenlere açılan bir hikâye Kurt Seyit ve Şura. Şu an dördüncü nesil okuyor aynı evlerde.

– Sıcağı sıcağı dumanı üstünde tüten başarıdan bahsedeyim. Kurt Seyt&Shura için Rusya’da tiyatro oyunu ve sergi gerçekleştirilecek ve bölgenin valisinden size teşekkür olarak bir hediye geldi. Kurt Seyit ve Şura’nın bu başarısı size ne hissettiriyor, 14 dile çevrilmesi birde.

Kurt Seyit ve Şura ilk yazarlık tecrübem olmasına rağmen, hemen okurla kabul görerek buluştuğu için bana ne kadar tamam bir iş yaptığımı onaylayan bir çalışma olmuştu. Türkiye’de belki de ilk defa bir yazar, sadece şatafatlı yönleriyle değil, aynı zamanda zaafları, eksikleri, acıları, yoksunlukları ile açıkça kendi ailesinin hikâyesini anlatıyordu. Göçlerin, göçmenlerin suskun hikâyeleri içinden bir ses yükseldi bu kitapla ve devamlarıyla. İçinde savaş, ihtilâl, göç var. Muhteşem bir aşk, gelenek-görenek çatışması var.  Sınırsız tutkular, tedavi olmaz hasretler var. Kavga, nefret, öç var. Kazanımlar ve dibe vuruşlar var. Sınır ötesinden, başka coğrafyalardan esintilerle, yok olan imparatorlukların hikâyesi de var. En önemlisi de bütün bunların gerçek bir hikâyeden, benim genlerimde yazılı öz aile hikâyemden yola çıkılarak anlatılmasıydı. Her bir satırında kanımdan, canımdan, ruhumdan esinti var Kurt Seyit ve Şura’da. Bütün bunların dışında, eleştirmenlerin tabiriyle; şiirsel ve nakış işler gibi detaycı dili bu romanı bugün olduğu yere taşıdı. Evrensel bir hikâye ve evrensel bir dilde yazıldı. Onun için kültürleri, yaşam şekilleri ne kadar farklı olursa olsun okunduğu on dört ülkede aynı duygularla, aynı beğeniyle karşılandı ve kitap yaşamaya devam ediyor.

Kurt Seyit ve Şura ve devamı olan Kurt Seyit ve Murka ve Şura üçlemesi Rusya’da zaten basılmış ve okurla buluşmuştu. Önümüzdeki sene de  Profesör Alexander Portnyagin’in başını çektiği bir proje Kislovodsk’da gerçekleşecek. Blagodat Müze-Tiyatro’sunca Kurt Seyit ve Şura özel bir gala ile tiyatro oyunu ve sergiyle farkı bir heyecan yaşatacak.

-Sıcağı sıcağına şu soruyu da sormak isterim. Yeni yazmaya başladığınız kitabınızı Mersin’li bir ailenin hikayesi için yarıda bıraktınız. Size kitabınızı yarıda bıraktıran ne oldu? Mersin’li ailenin neyi sizi bu denli etkiledi ve size bu teklif nasıl geldi?

Evet, iki yıldır çalışmakta ve yazmaya hazırlanmış olduğum tarihi bir romanım vardı. Ama yarıda bırakmış değilim. Akış tablomu, kartlarımı hazırlamış ve henüz yazmaya başlıyordum. Tam o gün, sosyal medyadan, özelden,  üç farklı kişiden hikâyelerini yazmam için istek geldi. Her birini ayrı cevaplayıp göz gezdirmem ve değerlendirebilmem için kendilerinden bir kaç detay sordum.  Kaybettikleri oğullarının hayatını anlatmamı isteyen aileden gelen cevap bana farklı hitap etti. Yine de kesin karar vermek için süre rica ettim. Zira ben ruhuma konuşmayan ve ruhumun konuşturamayacağı hiç bir projeye girmem. Ancak daha en başında gerçekleşen bir, iki hadise bana işaret oldu, “Bu hikâyeyi yazmalıyım. Bana konuşuyor.” dedirtti. Sonra Aralık’ta Türkiye seyahatimde Mersin’e gidip bu güzel, özel aile ile tanıştım ve ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu gördüm.

– Daha önce ifade ettiniz ama ben yinede özellikle genç kuşak için cevabını bildiğim soruyu yöneltmek istiyorum. Dünya genelinde Kurt Seyit ve Şura’nın başarısı malum, bu kitabı yazmaya nasıl başladınız ve nasıl karar verdiniz? Bu kitabı yazmaya iten sebep neydi?

Geçmişimle, geleceğim arasında bir köprü ve son köprü olduğumu fark ettiğimde bu kararı verdim. Nesiller elbette devam edecek ama aile öykülerini, tarihte kaybolmuş aile bireylerini tanımayan, bilmeyen ot gibi nesiller olmalarını istemedim. Bu anlamda geçmişimize en meraklı, not alan, sorgulayan merak eden ben olduğumdan bu iş yine bana düşer diye düşündüm ve o zamana kadar harika masallar gibi dinlediğim aile geçmişimizi daha ciddi, daha tutkulu ele almaya karar verdim. Ne var ki; aile kütüphanemizde bir arşiv çalışması olarak düşünerek başladığım çalışma, araştırma beni beş ciltlik bir nehir romana ve ardından gelecek diğerleri ile edebiyat dünyasına taşıdı

– Kurt Seyit ve Şura’yı yazarken dünya genelinde bu denli başarılı olacağını hiç düşündünüz mü?

İçimde hep bir ümit vardı. Çünkü sınırlı, kısıtlı bir hikâye anlatmamıştım. Bütün dünyanın ruhuna, yüreğine seslenecek bir öykü ve kahramanlar silsilesiydi. Anlatım dilim edebiyat zorlamasından uzak, özlenen klâsik bir dildi. Bana en büyük ışık kitap henüz basılmadan önce okuyan Attila İlhan’ın sözleri olmuştu:

“Bu, Tostoy, Dostoyevski tarzında bir klâsik olmuş. Tek yanlış bulamadım. Herkes cesaret edemez. Kutluyorum! Yolun açık olsun!” demişti. Kanatlanmıştım o gün. Artık kim ne derse desin gam yemezdim zaten.

-Bugün sizce de çok enteresan değil mi? Bugünün tarihi ile edebiyatta 30. yılınızı kutluyorsunuz ve Kurt Seyit ve Şura’nın 47. Baskısı yapıldı. Şu an ki duygunuz size neler hissettiriyor? Nermin Hanım, hadi biraz özel yaşama girelim. En güzel yaptığınız ve kesinlikle yiyenler tarafından tekrar istenilen yemeğiniz hangisi?  Tabi siz birden fazlada sıralayabilirsiniz.

Yemek pişirmeyi ve sunmayı çok seviyorum. Sofra hazırlığım, yerine göre,  bazen yemeği pişirdiğim süreden uzun sürer. Tablo gibi ama sıcak ve rahat sofra düzeni benim için çok önemli.

Aile köklerimizden gelen lezzetleri yaşatmaya özen gösteriyorum. Dolayısıyla Kafkas, Çerkez, Kırım Tatar, Rus yemekleri kendi ailemden, Girit, Selânik mutfağı ise rahmetli ilk kayınvalidemden bana miras lezzetler.  Bir de babamın deniz merakıyla birlikte aşıladığı deniz lezzetleri. Zeytinyağlılar,  özellikle yaprak sarması, domatesli pilav, meyhane pilavı, portakallı-konyaklı hindi, havyar blini, Çerkez tavuğu… çok beğenilen yemeklerimden. Ama çocuklarımın, şimdi de torunlarımın ısrarla sık sık istedikleri ise mücver, “çibörek”, mantı ve “mousse au chocolat” bunlar dünyada eşi olmayan lezzetlermiş onlara göre :)

– Özel yaşamı biraz daha açmak isterim. Tabiki haddimi aşmadan. Eşiniz, ben soruma geçmeden parantez açmak isterim genç kuşak için. Tolga Savacı, kuşkusuz Türk sinemasının en yakışıklı ve başarılı aktörlerinden biridir. Sizden özellikle istediği yemek hangisidir?

Tolga’cığım, kendisi de mutfağa çok meraklıdır. Balık ve makarna tarifleri kendisine has ve çok lezzetlidir. Pişirdiğim her şeyi de severek ve beğenerek yer. Tolga’cığım benim tüm yemeklerimi çok beğenir ama favorileri; etli lâhana kapuskası ve mücver :)

-Size sorduğum bu iki sorunun kişilerini değiştirelim. Eşiniz Tolga Savacı’nın en iyi yaptığı yemek ve konukların özellikle kendisinden istediği yemek hangisidir?

Deniz mahsullü Tai pilavı, et yahnisi hem benim ve misafirlerimizin  en beğendiği yemekleridir… Spagetti Bolognese ise torunlarımızın doyamadığı Tolga Savacı lezzetlerinden.

-Nermin hanım, sizin için Amerika ve Türkiye arasında mekik dokumak zor olmuyor mu? Çünkü yılın çoğu zamanını Amerika’da geçiriyorsunuz. Eşiniz Tolga beyin işi orada bildiğim kadarıyla klasik otomobil tasarımı işi yapıyor. Bir yanda çocuğunuz torununuz İstanbul’da bu durumda sizi en çok ne zorluyor?

Zorluk değil, keyif oluyor. Böylece iki kıtadaki aile bireylerimiz ve dostlarımızla hasret giderebiliyoruz. Tolga’cığım benim kadar sık gelemiyor Türkiye’ye. Benim işim bağımsız, bilgisayarımı taşıdığım her yerde yazabilirim ama onun için öyle değil. Klâsik otomobil restorasyonu onun sürekli işi değil.  Özel proje geldikçe değerlendiriyor. Ana işi senelerce önemli bir spor merkezinde çocuklara yüzme eğitmenliği idi. Belki çok kişi bilmez ama Tolga’cığımın Galatasaray’ın lisanslı su topçuluğu var seneler süren. Ancak o birikimi salt yüzme hocalığı olarak kalmadı. Çocuklarla olan diyaloğu neticesinde özellikle problemli çocukların aileleri tarafından da seçildiği için çok çocuğun hayatına çok güzel izler bıraktı. Şimdi de yine özel bir firma da çalışıyor.

Dolayısıyla ben eşime nazaran daha sık geliyorum Türkiye’ye. Onun dışında çocuklarımız ve torunlarımızla senede bir Amerika’da buluşmaya gayret gösteriyoruz. Tabii ki özleşiyoruz ama bu özleşmeleri problem görmektense buluşmaları şölene çevirmeyi tercih ediyoruz. 

– Sizi Amerika’ya iten sebep nedir?

Biz ülkemizi terk etmedik. Ama ülkemizin acılarına, yaralarına, haksızlıklara duyduğumuz isyan ve  bir yazar, bir sanatçı olarak omurgalı duruşumuzun karşısında yaşadığımız kırgınlıklar bizi biraz uzaklarda nefes almaya yönlendirdi… Yine ülkemizin sevinçleri sevincimiz, acıları acımız. Gözümüz, yüreğimiz yine hâlâ orada, kendi topraklarımızda ama en azından her gün geçmişin değerlerine hasret duyarak yaşadığımızı hatırlatacak şeylerle karşılaşmıyoruz uzağındayken.

– Size iki soruyu bir arada sormak istiyorum. Amerika’da yaşamak mı zor? Türkiye’de mi? Amerika’da yaşamak mı kolay yoksa Türkiye’de mi?

Artık dünyanın her yerinde yaşamak zor diye düşünüyorum Uzaktan masal ülkesi, ideal cennet diye görülen hiç bir yer aslında düşünüldüğü gibi bir yer değil. Bu olmasın diye de özellikle uğraşılıyor, politikalar üretiliyor, plânlar yaşama geçiriliyor.  Bütün ülkeler bir büyük plânın parçası olarak yönetiliyor, o plânın parçası yöneticilere yol veriliyor. Sadece ülkelerin genel kültür, eğitim, algılama, soruşturma kapasiteleri göz önüne alınarak her birine ayrı karışımda draje veriliyor.  Kiminde düşünce – yazma özgürlüğü var, kiminde yok. Ne var ki; özgürlük var zannettiğiniz yerde de zaten alternatifleriniz çoktan plânlanmış. Birey olarak seçim yaptığınızı zannettiğiniz konunun çeşitliliği zaten hazırlanıp sunulmuş oluyor. Hâsılı tüm dünya politikasını bir koca aldatmaca olarak görüyorum. Ülkeler farklı, diller, dinler farklı ama oksa gidişat, yapılmak istenen aynı.

-Ülkemizde son dönemde yaşanan her yönlü sıkıntılardan dolayı özellikle genç nesil yurt dışına gitmeye çalışıyor. Özellikle iş konusunda ülkesinden ümidini yitirmiş, şimdilerde Z kuşağı deniliyor gençlerin bu çabasına siz nasıl yorum yaparsınız?

Bu gençleri bizler yetiştirdik. Bu ülkenin eğitiminin, ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, dinî politikalarının, taçlandırılan köşe dönme, yaranma, rant, yalan, riya kültürünün, etik, ahlâki değerlerin sıfırlanmasının… Hepsinin neticesi bu mutsuz, umutsuz gençlik… Sahipsizler gençlerimiz. Bozulmuş, darmadağın bir eğitim sisteminde bir geleceğe ait olduklarını, bir geleceğin onları beklediğine inanarak yıllarını geçiriyorlar. Sonra bir uçurumun kenarında başı boş, yapa yalnız bırakılıyorlar. Dürüst olmakla, çok çalışmakla bir yerlere gelmenin, hak ederek değerlendirilmenin gittikçe zorlaştığını ve azaldığını görüyorlar. Toplumun kendi gidişatı en canlı gerçek örnek gençlere. Ebeveyn de olsanız, yönetici de, ancak kendi yaşamınız ve uygulamalarınız üzerinden örnek teşkil edebilirsiniz çocuklara, gençlere, lâfla söylediğiniz tembihlerle değil.

Gençler yalanı izliyorlar, sahtekârlığı izliyorlar her gün. Hiç bir değeri olmayan yalakaların yükseldiğini, dürüst olanın aptal kabul edilip, hakkının yendiğini görüyorlar. Eminim bir çoğu ayrıca ailelerinde bu siyasetin acı yansımasını yaşıyorlar. Bir kısım din dersi verenlerin şeytanla nasıl işbirliği yaptığını, ahlâk bekçisi kesilenlerin ahlâksızlığını, şükür dersi verenlerin nasıl lüks yaşadığını, milletin canına ot tıkayanların dolar milyarderi olurken “vatanım”, “milletim” diye kavga verenlerin hapislerde çürüdüğünü ve daha neleri görüyor bu gençler… Yine onlar düzeltecek bu yanlışları, çirkinlikleri. Ama bazen bir şeyleri düzeltebilmek için çarkın içinde öğütülmemek ve ayakta kalmak çok önemli. Onun için umutlarını ve güçlerini taze tutacak bir yerlere kaçmak istiyor olabiilrler. Hiç kimse kızmasın.

– Özgürlük sizce nedir?

Bir başkasına zarar vermemek kaydıyla insanın kendi tenine, bedenine, düşlerine, fikirlerine, sözlerine, yüreğine, ruhuna sahip kalmasıdır.

-Ülkemizin kurucusu kadına seçme ve seçilme hakkı veren Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, size ne ifade eder?

Atatürk “şunu ifade eder” dersem Atatürk’ün anlamına sığdıramam. Eşi, benzeri, kıyaslanabileceği kimse yok. Dehası, vizyonu, cesareti, bilgisi, sezgileri, öngörüleri, askerî, siyasî, toplumsal liderliği,  devrimleri, insanî yönleri ile yüce Yaradan’ın bize göklerden gönderdiği bir mucize olduğuna inanıyorum. Varlığımızın, bağımsızlığımızın, ırzımızın, namusumuzun, ezanımızın, türkümüzün, bayrağımızın, ecdadımızın, geleceğimizin kurtarıcısı…

-Ülkemizde maalesef her anlamda suç oranı her geçen gün artmakta. Kadına şiddet, tecavüz, çocuk istismarı, zorbalık, hırsızlık, hayvanlara işkence. Sizce bu eğilimin sebebi ne olabilir? Ve bu suçu işleyenlere verilen cezalar caydırıcı mıdır? Bunun önüne geçmek için ne yapılabilir?

Bu saydığını suçların hepsi sistematik bir şekilde sistem tarafından korunuyor, kollanıyor ve tabii netice olarak cesaretlendiriliyor. Toplumu yönlendirecek söz sahibi, mevki, titr sahibi insanların verdiği demeçler, röportajlar, hutbeler, konferanslar “din-gelenek-görenek” kisvesi altında sapıklığı, sefih, sefil kafaları desteklediği müddetçe bu ülkede kurbanların da sayısı artacak, kurbanlar bırakın haklarını aramak bir kez de toplum tarafından kurban edilmeye devam edeceklerdir. “Havva’nın Cezası” kitabım bu alçak, vahşi kafa yapısına ve duruşa karşı isyanım, kızgınlığım ve hırsımdır. Susturulan kurbanların sesi olma isteğimdir.

Daha yeni, İstanbul Sözleşmesi’nin kesin olarak iptâli kararı verilen ülkemde ben artık insan hakları, hayvan hakları, çevrecilik konusunda politikacılarından, din adamlarından, eğitim sisteminden, hukuk sisteminden umudumu kesmiş durumdayım. Yok mu? Tabii ki var vicdanlı, ahlâklı her meslekten insanımız ama siyaset onlara geçit vermiyor. Çocuklarını tecavüze, cinsel istismara elleriyle teslim eden, küçücük kızlarını gerdeğe sokan, kuma olarak  satan, aile içinde şiddet uygulayanları koruyan bir politika var ülkemizde. Benim için bu korumacıların hepsi o sapıklar, katiller, sefller kadar sefih ve adidirler ve koruyarak çoğalttıkları için onlardan daha da suçludurlar.

– Ve son olarak, 6 yaşında ki bir kız çocuğu tarikat lideri öz babası tarafından imam nikahı kıyılarak 27 yaşında ki tarikat üyesi biriyle evlendirildi. Günlerdir bu haber gazetelerde ve sosyal medyada paylaşıldı. Bu konuya sizin bakış açınızı merak ediyorum.

Ne kadar korkunç, adi, rezil bir olay. Bu duyulanı. Daha kim bilir gizli, saklı kaç küçük kız böyle kurban ediliyor. Biliyorum, binlercesi ensest ilişki kurbanı bu arada. Binlercesi kuma satılıyor. Az önce de dediğim gibi; bunun çözümünü artık bugüne dek güvenmeye çalıştığımız insanlardan beklememeliyiz. Hiç birinin bir şey yapacağı yok, gördüğümüz kadarıyla. Yapmak isteyenlerin de gücünü kestiler. Bu kadınların problemi de değil sadece. Bu bir insanlık problemi. Vicdanı olan, ahlâki değerleri olan herkes bu tarz problemleri sahiplenmeli. Sade vatandaşlar, öğretmenler, din adamları, milletvekilleri, hukukçular, doktorlar, her meslekten, her yaş grubundan insanımız, kadın, erkek demeden, bir araya gelip bir platform oluşturmalı ve meclis üzerine yaptırım getirmeliler.

-Tekrar yazdığınız eserlerinize kitaplarınıza dönmek istiyorum. Yazarlıkta edebiyat dünyasında 30. Yılınızın içindesiniz. Bugüne kadar kaç kitap yazdınız?

Bugüne dek yirmi dört kitap yazdım. Çoğu “Çok okunanlar” listesine girdi. Bir kısmı senelerdir hâlâ basılıyor, okunuyor. Kalıcı olmayı önemsiyorum.

-Kitaplarınızdan sanırım en çok başarıyı yakaladığınız Kurt Seyit ve Şura oldu. Hatta geçtiğimiz dönemde Kıvanç Tatlıtuğ ve Farah Zeynep Abdullah’ın başrolünü oynadığı özel bir tv kanalında yayınlanan dizisi bile yapıldı. Dizi izleyici tarafından pek ilgi görmedi. Sizce bunun nedeni ne olabilir?

Bu dizi dünyada altmışa yakın ülkede gösterildi. Kültürleri, inançları itibarıyla dünyanın farklı kıtalarında, birbirinden farklı ülkelerin her birinde reyting rekorları kırdı. Bittiğine, neden bittiğine inanamadılar. Bir tek kendi ülkemizde reyting tutturamadık. Demek ki; bir şeyi ya eksik yaptık, ya da fazla :)

– Kitaplarınızı yazarken neler düşünüyor ve ne hayal kuruyorsunuz? Özel olarak uyguladığınız bir metot var mı?

 “Ne yazacağım?”, “Nasıl yazacağım?” diye düşünmem hiç. Yaşadığım gibi, yüreğimiz sesiyle yazarım. Bir karakter, bir olay veya bir mekân bana “Gel, beni yaz!” der ve deyiş o deyiş. O sesi duyduysam bilirim ki onu çok iyi yazacağım ve o anda heyecanıyla sarılırım. Sonra araştırma dönemi başlar Gerçek de olsa, kurgu da, benim araştırma e çalışma sürecim yazma zamanımdan daha uzundur her zaman. Karakterlerimi, bağlantılarını, ana olay, nasıl başlayıp nasıl biteceğiyle ilgili bir kaç cümlelik snopsisim oluşur ve duvarıma kutu kutu işlerim bunları Sonra karakterlerime psikolojilerini giydirir ve olayların renk haritalarımı hazırlarım. Masamın üzerinde anlattığım devirden, mümkünse kişilerden objeler olur. Onlarla bağlantı kurarım… ve tabii müzik. Her bölümün kendi duygularını coşturacak müzikler seçerim. Özenle, zaman ayırarak yaparım bunu da. Sonra başlarım. Hiç sildiğim, yerini değiştirdiğim bölüm olmadı bugüne kadar. Araştırma sürecinde kurduğum yakınlıkla anlattığım zamana, mekâna ışınlanır ve karakterlerimle buluşurum.

Ama bunlar sadece ana hatları çalışmamın. Bir kaç satırda anlatılacak bir konu değil roman yazımı.

– Kitaplarınız arasında en çok sevdiğiniz kitabınız hangisi oldu? Bu soru biraz şu oldu. Bir anneye veya babaya hangi çocuğunu çok seviyorsun sorusu gibi.

Dediğim gibi; hepsi yüreğimin sesiyle yazıldı. Hepsini çok isteyerek yazmaya başladım ve çok severek yazdım. Ancak; Kurt Seyit ve Şura hem çok kanımdan canımdan, hikâyesinin genlerimde aktığı bir roman olması, hem de ilk eserim olmasına rağmen beni edebiyat dünyasına yerleştiren kitabım olduğu için apayrı bir yeri vardır hayatımda.

– Yerli veya yabancı özellikle okuduğunuz takip ettiğiniz yazar, yazarlar kimdir?

Annem beni kitaplarla iki, üç yaşlarında tanıştırdı. Yemek öğünü gibi okuma öğünlerim vardı her gün. Ailece kitap okuduğumuz akşamlar olurdu yuvamızda. Dolayısıyla dokuz yaşıma geldiğimde artık klâsiklerle tanışmaya başlamıştım bile. O günden beri de çok kitap okudum. Kitaba, okumaya doyamıyorum. Ancak yazar ismiyle takip ederek kitap okumam. Konusu önceliklidir okuduğum kitapların. Tolstoy, Dostoyevski, Stendhal, Cronin gibi klâsikleri her yaş dönemimde tekrar okurum, şimdiki yaşta edinmiş olduğum tecrübe ve hayat görüşüyle bu defa ne anlayacağım, kaçırdığım neleri çıkaracağım içinden diye. Marcus Aurelius’un Meditasyonlar’ı hâlâ baş ucu kitabımdır. Chekhov dokuz yaşından beri hayranlığımın geçmediği ve arttığı yazardır. Tarih, psikoloji, mitoloji, arkeoloji , sanat konularını içeren tüm kitaplar ilgi alanımda. Ayrıca kandan beslenmeyen zekâ unsuru gerilim kitapları  iki romanı arasında “es” verdiğimde en çok dinlendiren kitaplar beni.

– Bize bilmediğimiz Nermin Bezmen’i nasıl anlatırsınız ve tarif edersiniz?

Kendimi görmek istediğim gibi yaşadığımdan aslında beni gördüğünüz gibi biriyim. Ama iç dünyamda çocukluğudan beri kalıcı olma telaşı vardır. Han, ot gibi yaşamayayım, arkamda bir iz kalsın telaşı. Fiziki olarak yazarlığımla bunu yakalamaya başladım sayılır. Ama daha önemlisi, sadece yazdıklarımla değil, kendi yaşamımla, kararlarımla, seçimlerimle ve çoğu zaman da bir el uzatarak birilerinin hayatına pozitif dokunmak bana bu tatmini veriyor.

İçimde hep fırtınalar kopar ama sakinimdir.  Kimseye benzemek, kimsenin yerinde olmak istemem ama kendimin en iyisini ortaya çıkarmak için hep uğraştayımdır. Anlayışlıyımdır ama inandıklarımdan taviz vermem. Çok iyi bir dinleyiciyimdir ama inanmadığıma ikna edilmem zordur. Çok kırılganımdır ama bu bana mücadelemde pes ettirmez. Çok duygusalımdır ama hayatın en ufak fırsatından tebessüm yaratırım. Genlerimdeki hünü taşımaktayım am yaşamın her anından keyif alırım. Geçmişe dönük “Keşke”lerim, pişmanlıklarım yoktur. Gelecekle ilgili endişe duyarak yaşamam. “Keşke”ler yaşandığı zamana ihanettir benim için.  Endişeler ise bir ihtimâl boş çıkacak, çıkarsa da o zaman dek enerjimi tüketmiş olacağından bana göre gereksizdirler. Çok sabırlıyımdır, çok vericiyimdir. Bunları fedakârlık olarak nitelendirmem. Çünkü gönülden yaparım. Ama çabama rağmen beni kırdığını, dağıtmaya başladığını gördüğüm şeyden ve insandan geri dönmeyecek şekilde vaz geçerim. Kendimi incitmeyecek ve incittirmeyecek kadar seviyor ve sayıyorum. Sürekli hayâl kurarım ama sürekli de o hayâlleri gerçekleştirecek şekilde çalışırım. Aile kavramını çok önemsiyor ve çok sahip çıkıyorum. Ama ben veya sevdiklerimin zararını gördüğümüz, acı veren aile bireyleri de benim için yabancılar listesine girer.

Kimseye göre yaşamam hayatımı. Hayatım benimdir. Kimseye zarar vermediğim müddetçe kararlarım, seçimlerim, ruhum, yüreğim, bedenim üzerindeki tek sahip ve tek hâkim benim. Cesur ve müdanasız yaşarım. diyetleri olmuyor mu? Tabii ama korkak, ürkek yaşamanın bedeli daha ağır benim için; kimliğini kaybetmek.

Kendimle barışığım. Çok beğendiğim, hayran olduğum kadınlar var ama hiç birinin yerinde olmak istemem. Ben, bu beyin, bu ruh, bu bedenle kendi içimde çok iyi geliyorum kendime, başka biri olmak istemiyorum hiç.

Hiç bir sevgi bir diğerinin yerini almaz, diğerinin yerine geçmez. Her sevgi kendi nişini yaratır ve büyütür yürekte. Onun için sevgime sınırlar ve dereceler koymam.

İnsanı, tüm yaşamı mucize olarak kabul ediyorum. Büyük bir Yaradan’a inanıyorum. İnsanın ulaşabileceği tüm bilgilerin ötesinde bir bilgiyle donanımlı bir deha var, kâinatı yaratan,döndüren, yaşatan… O sınırsızlığın, sonsuzluğun içindeki önemsizliğimiz ve varoluşumuzun sebebindeki önem arasında hem yaratıcı ama aynı zamanda alçakgönüllü olmanın sınırlarını buluyorum.

– Nermin Bezmen’in özel hobileri nelerdir?

Okumak, müzik, resim, yoga,  çiçekler, deniz, klâsik otomobil yarışları, bit pazarları, giysiden mobilyaya eskileri onarmak…

– Günlük yaşantınızda en çok ne yaparsınız veya ne yapmaktan hoşlanırsınız?

Günümü, günün yapılması gerekenleri ve yapmayı plânladıklarım ve arzu ettiklerim arasında dengeleyerek yaşarım. Hiç bir günün diğerine benzemez. Monoton yaşamı günere hakkını vermiyorum gibi hissederim.. Her günü, o günümün ruh haline ve içimden gelene göre yaşamayı seçiyorum. En yoğun zaman sürecimde dahi şayet göl kıyısında bir kadeh şarap içmeyi çektiyse canım, eşime de uyuyorsa zaman, onu yaşarım. Ya da ailemle buluşmak veya dostları görmek…bazen sadece müzik dinlemek, bazen resim yapmak…  aklımdan geçip de gerçekleştirirsem beni mutlu edecekse o gün onu yaparım. Ama sonra eksik çalıştığım saatleri geri kalan plânladığım bitiş zamanına böler, açığı kapatırım.

– Sizce aşk nedir? Eğer mümkünse tarifini istesek, nasıl tarif edersiniz? 

Aşk’ın tek tarifi olmaz bana göre. Yaşamın içinde aşk var. İçinde olduğunuz ruh haline, zaman dilimine, mekâna, şartlara göre tonu ve dalgaları değişen bir kırmızıdır aşk.

Aşk kâlbinizi bir başkasına vermenize rağmen göğsünüzde iki kâlp çarpmasıdır.

Aşk, sevişmelerden sonra bile bir diğerini özleyerek sarılabilmektir.

Aşk, fiziki, maddi görsellikten soyutlanıldığında hâlâ devam eden bütünlüktür.

Aşk, her dem sevgili kalabilmektir.

Aşk, ruhunuzla, kâlbinizle, zihninizle ve bedeninizle bir bütün olarak aldığınız, aynen verdiğiniz ve bütünlediğiniz evrendir.

Ne var ki; yaradılışa, var oluşa, tabiata aşk duymuyorsa biri, bir başka insanda da aşkı bulması mümkün değildir.

– Ülkemizde ki siyasi olayları nasıl değerlendirirsiniz?

Çok acı, üzüntü verici, umut kırıcı, gurur kırıcı, acıklı… Yazık, çok yazık…

-İmkanınız olsa ülkemizde sizin için yanlış olduğunu düşündüğünüz neyi düzeltmek istersiniz? İzin verirler mi? :)

Çoook şey var düzeltmeyi istediğim. Ama ilk başta ele alacağım konular şunlar olur:

Önce, Hasan Oğlan Köy Enstitülerini açarım. Ama o günkü anlam ve sebebini yaşatmak üzere.

NUTUK’u okullarda ana ders olarak okuturdum.

Uluslararası ilişkilere Atatürk Türkiye’sinin saygınlığını geri getirecek imkânları ve politikayı öne çıkarırdım.

Eğitimde, okuma, yazma, çarpma-bölmeden önce çocuklara yaşamın kutsallığını, her br canlının nasıl dünyaya geldiğini, nasıl büyüdüğünü, atomların, hücrelerin zenginliğinden, mucizesinden başlayarak öğretecek bir sistem oturturdum. Canlıya, dünyaya sevgi ve saygının o yaşlarda benimsetilmesini çok önemsiyorum.

Hukuk ve tıp alanında %90 ın altında not alanların meslek sahibi olmasına izin vermezdim.

Sorumsuzca yapılaşmaya, tabiatı yok saymaya “Dur!” deyecek sıkı kanunları yürürlüğe koyardım.

Sahil şehirlerinde ancak diktikleri ağacın altında kalacak yükseklikte ev yapılmasına izin verirdim.

Şehir merkezi dışındaki yapılaşmalarda önce evin metre karesi kadar yeşil alan ve ardından inşaat izni verirdim.

Anadolu’nun kendine has GDO suz, doğal tohum, soğan ve fidelerinin kullanım şartını yürülüğe koyardım.

Aşı ve ilâç firmalarını kesin kontrola alacak ve ticari kaygılarının her türlü politikayı yönlendiren  ve insan haklarına el koyan imkânlarını keserdim. 

Tecavüzcüleri, pedoflleri, ensest sapıklarını, kadına, çocuğa, masuma, hayvanlara şiddet uygulayanların cezalarını ağırlaştırır ve dışarı çıktıktan sonra da kimliklerinde damgalı olarak gittikleri her yerde çevre sakinlerince bilinmelerini sağlardım.

Tabii geriye dönerek bu sapıkları korumuş olan görevlilerin hakkında da dava açılmasını sağlardım.

Aile içi şiddete maruz kalan kadınlar, çocuklar için – sokak çocukları için korunma – psikolojik tedavi ve meslek edinme imkânları sağlayacak işlesel bir sistem muhakkak kurulmalı. Ve bu böyle gider

-Sizce gazeteciler veya yazarlar, özgürce haberlerini yazılarını yazabiliyorlar mı?

Türkiye’mizde yıllardır ifade ve yazma hakları artan bir şekilde anti-demokratik çizgide yükseliyor. Tiranlığın arttığı yerde ancak böylesi baskı artışı olur. Senelerce önemli gazetelerinde ve muhtelif mecmualarda köşe yazılarım oldu. Şimdi arşivden çıkarıp yazdıklarıma bakıyorum da bugün bir tanesinin yayınlanması mümkün değil. Zaten de bu baskıdan yazılarıma son verilmişti.

-Ülkemizde çok ciddi boyutlarda göçmen var. Suriye başta olmak üzere Afganistan’dan, Arap ülkelerinden ve birçok Afrika ülkelerinden yasal ve yasa dışı yollarla ülkemizde bulunan insanları nasıl değerlendirirsiniz?

Çok yanlış ve tamamen partisel-siyasi politikalarla göçmen problemi daha ileride daha da büyük problemimiz olacak hale getirildi. Çok konuşulacak şey var ama neyi tutsanız elinizde kalıyor artık.

-Yazarlığa yeni başlayanlar için öneriniz ne olurdu?

Öncelikle çok okumaları şart. Yaşama, geçmişe, sanatın her dalına ve öğrenmeye karşı merakları, titiz detaycılıkları olması çok önemli. Öğrenmekten ve yazmaktan heyecan duymalılar. Azim ve sabır; diğer şartlar. Öz disiplin çok önemli. Ama hepsi bu kadar değil tabii ki. Atölye öğrencilerime ilk iki saat sadece “Nasıl yazar olunmalı?” yı anlatıyorum.

Yeni yıla girmemize sayılı günler kaldı. Yeni yıl mesajınızı da rica etsem?

Yeni yılda, herkesin, özellikle geçtiğimiz son üç seneyi de göz önüne alarak olan bitene, bizlere dayatılanlara, arkasındaki plânlara sorgulayıcı, araştırıcı yaklaşmasını ve hayatlarımızın, geleceğimizin haberlerde izlediklerinin ötesinde bir gerçeği olduğunun farkına varmalarını diliyorum. Şeytani hesaplarla karşı karşıya olduğumuzu bilmeli ve mücadele etmeliyiz. Ama iyiye, güzele olan inancımızı ve dünyanın huzur bulacağı günlerin umudunu da kaybetmemeliyiz.

– Ve son sorum, Nermin hanım, son olarak bu sohbetimizi okuyanlar ve hayranlarınız için ne söylemek istersiniz.

Bu sohbet vesilesiyle tüm okurlarıma, yazdıklarımla beraber beni dünyalarına aldıkları ve bana yazmak üzere yeni dünyalar açtıkları için yürekten teşekkürlerimi, sevgilerimi iletiyorum.

Sayın Nermin Bezmen, benim ricamı kırmayıp yoğunluğunuz arasında vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Kendinize iyi bakın

Ben size teşekkür ediyor, aydınlık günler diliyorum!

Haber Kaynağı www.magazinmahallesi.com

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
0
kurnaz
Kurnaz
Ünlü yazar Nermin Bezmen, bilinmeyenlerini anlattı

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Ulusal24 Haber Merkezi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!