Hülya Özmen- Muhalif
Saadet Partisi’nin 232 sayfalık şerh yazısında, Avrupa Birliği, Osman Kavala, Filistin konusu, Kanal İstanbul gibi Türkiye’nin önündeki duran meselelere ayrı ayrı değinildi. “Türkiye’nin stratejik bir hedef olarak benimsediği Avrupa Birliği üyeliği konusunda daha aktif bir diplomasi benimsemelidir” görüşüne yer verilen şerh yazısında, Osman Kavala davasının hatırlatılarak Türkiye’nin Avrupa Konseyinden çıkarılması ihtimaline vurgu yapılarak şöyle denildi: “Avrupa Konseyi ile gerilen ilişkilerde yılsonuna kadar verilen mühlette Kavala Davası için AİHM kararının uygulanmaması durumunda Konsey’den çıkarılma ihtimali ile karşı karşıya kalınmıştır. Konsey’den çıkarılmamız durumunda Avrupa ve ABD fonlarının çekilmesinde zorluklarla karşı karşıya kalınacak ve hâlihazırdaki kırılgan ekonomik durum içerisinde bunun vereceği zararın iyi değerlendirilmesi gerektiği düşünülmelidir. Kapsamlı bir değerlendirmeyle yer verilen Kanal İstanbul için, “Kanal İstanbul bir anlayışın ürünüdür, bu anlayış Türkiye’nin üreten ve bağımsız bir ülke olmasını değil, tüketen ve dışa bağımlı bir ülke olmasını hedeflemektedir” denildi. Montrö Boğazlar Sözleşmesi Çanakkale Boğaz – Marmara Denizi – İstanbul Boğazını bir bütün halde kapsadığına işaret edilerek, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışmaya açılacağı hakkında gündemdeki tartışmaların yanı sıra sonraki adımın ABD ve NATO’nun talepleri doğrultusunda Gelibolu Kanalı mı olacağı akla gelmektedir” yorumu yapıldı.
TBMM’de 20 Milletvekili ile temsil edilen Saadet Partisi Grubu, 11 Aralık Pazartesi günü Genel Kurul’da başlayacak maraton öncesinde 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi İle 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi’nin Plan ve Bütçe Komisyonu Raporuna muhalefet şerhi düştü. 232 sayfalık şerh yazısında, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçtiğimiz dönemden itibaren bütçemiz her geçen gün daha da artarak açık vermeye devam etmektedir. Türkiye’nin tarım sektörü, son yıllarda yaşanan politik ve ekonomik değişikliklerle önemli bir dönüşüm geçirmiştir. 2018’de yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve beraberindeki tarım politikaları, adeta sektörün bel kemiğini kırmış, çiftçilerimizin alın terini göz ardı eden bir yapıya dönüşmüştür” denildi.
Şerh yazısından bazı bölümler şöyle:
Türkiye’nin 2017’de başkanlık sistemine geçişi, ülkenin siyasi tarihinde dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Ancak bu sistem değişikliği, özellikle cumhurbaşkanının yetkilerinin önemli ölçüde genişletilmesi ve yönetim yapısının daha merkezi bir hale gelmesiyle kendini göstermektedir. Eleştiriler, genellikle cumhurbaşkanının artan yetkilerine, demokratik denetim mekanizmalarının zayıflığına ve şeffaflık eksikliğine odaklanmaktadır. Bu sistemle birlikte, cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılması, güçler ayrılığı ilkesinin zayıflamasına yol açmıştır.
Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrımı, demokrasinin temel taşlarındandır. Ancak, başkanlık sistemi altında, bu erkler arasındaki denge ve denetim mekanizmaları önemli ölçüde değişmiş, özellikle yasama ve yargı organlarının bağımsızlığı, cumhurbaşkanının genişletilmiş yetkileri karşısında sorgulanır hale gelmiştir. Bu durum, hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma hakkı gibi temel demokratik ilkeler için endişe oluşturmaktadır.
Başkanlık sisteminin yürütme üzerindeki olumsuz merkeziyetçi etkisi, politika yapım süreçlerinde de gözlemlenmektedir. Yürütme organının güçlenmesi, meclisin ve yerel yönetimlerin karar alma süreçlerindeki etkisini azaltmıştır. Merkezi hükümetin politikalarının, yerel ihtiyaçlar ve öncelikler üzerinde daha baskın hale gelmesine yol açmış, çeşitli bölgelerin ve toplulukların çıkarlarının göz ardı edilmesine ve politika yapım sürecinin tek bir merkezden yönlendirilmesine sebep olmakta ve olmaya devam etmektedir. Cumhur Başkanlığı Hükümet sistemine ekonomik açıdan bakıldığı zaman, yönetimdeki merkezileşme, bazı durumlarda karar alma süreçlerini hızlandırabilirken, diğer yandan ekonomik politikaların çeşitliliğini ve esnekliğini sınırlamaktadır. Merkezi hükümetin ekonomik kararları, tüm ülkeyi etkilemekte, bu durum da bölgesel ekonomik farklılıkları ve özel sektörün ihtiyaçlarını göz ardı etmektedir. Aynı zamanda merkeziyetçi yönetim anlayışı, toplumsal çeşitliliği ve ifade özgürlüğünü sınırlamaktadır.
Türkiye’nin başkanlık sistemine geçiş sonrasında cumhurbaşkanının olağanüstü genişletilmiş yetkileri, demokratik denge ve denetim mekanizmaları açısından kaygı verici bir tablo çizmektedir. Yürütme, yasama ve yargı erklerinin ayrımı ilkesinin erozyonuna yol açmış, cumhurbaşkanının neredeyse mutlak bir güç merkezi haline gelmesine sebebiyet vermiştir. Bu durum, demokratik yönetim ilkelerine aykırı bir ‘tek adam’ yönetimi algısını pekiştirmektedir. Yasama ve yargı bağımsızlığının zayıflaması, bu konsolidasyonun en somut göstergelerinden biri haline gelmiştir. Yargının ve medyanın iktidar yapısı karşısında giderek artan bağımlılığı, hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü ilkelerine ciddi zararlar vermektedir. Yargı kararlarının ve medya yayınlarının iktidarın etki alanında kalması, demokratik bir toplumun temel taşları olan şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine tehdit oluşturmaktadır. Özgür ve adil bir siyasi rekabet ortamının yok olması riskini beraberinde getirirken, muhalefetin sesinin bastırılması ve medya üzerindeki otosansür pratikleri, demokratik süreçlerin işleyişini ciddi şekilde sınırlamaktadır. Ayrıca, bu merkeziyetçi yapı, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız denetim organları üzerinde de baskı oluşturarak, demokratik katılım ve sivil inisiyatif alanlarını daraltmakta ve Türkiye’nin demokratik geleceği için hayati öneme sahip olan bu alanlarda yaşanan gerileme, başkanlık sisteminin getirdiği tek adam yönetimi algısının somut bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.
Cumhurbaşkanlığı bütçesinin yönetimi ve kullanımı, bu ‘tek adam’ iddiasını destekleyen bir başka örnek teşkil etmektedir. Bütçenin büyüklüğü, kullanım alanlarının genişliği ve harcamalardaki şeffaflık eksikliği, yönetimdeki merkeziyetçilik ve keyfilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu kaynaklarının adil ve etkin kullanımı konusunda soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Demokratik denetimin zayıflığı, başkanlık sistemini daha da sorunlu kılmaktadır. Bu tablo Türkiye’nin demokratik geleceği için ciddi endişeleri gündeme getirmekte ve hem iç siyasette hem de uluslararası arenada Türkiye’nin demokratik itibarını zedelemektedir.
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı yönetimine geçişinin ardından uluslararası alanda itibar kaybı yaşandığı açıkça görülmektedir. İfade özgürlüğü ve demokratik normlarda yaşanan gerilemeler, kurumların etkinliğinin azalması; liyakatin ortadan kalkması ve adaletin sağlanamaması, ülkenin global sahnede daha az etkin ve prestijli bir rol oynamasına yol açmaktadır. Yasama sürecinde müzakerenin hayati önemi, toplumun temsili ve devletin verimli işleyişi açısından göz ardı edilemez. Mevcut durumda, kanun tekliflerinin komisyon seviyesinde yeterince tartışılamaması ve sivil toplum kuruluşlarından ve uzmanlardan gelen görüşlerin dikkate alınmaması, iddia edilen güçlü yasama yapısının ve etkin milletvekilliği iddiasının tersine bir gidişi göstermektedir.
Komisyon işleyişlerinde aceleci ve planlamasız bir tutumun hakim olması, Meclis İçtüzüğü’nün gerekliliklerinin sıkça ihlal edilmesine yol açmaktadır. Geçmiş yasama dönemlerinde, komisyon toplantılarının düzenlenmesi ve rapor hazırlama süreçlerinde yaşanan bu ihlaller dikkat çekicidir. TBMM’ye sunulan yasa tekliflerinin, siyasi partiler ve sivil toplumun katılımıyla zenginleştirilmiş, daha kapsamlı ve detaylı tartışmalara dayalı bir süreçten geçirilmesi gerekmektedir. Ülkenin mevcut şartları göz önüne alındığında, komisyonlarda yeterli müzakere imkanının sağlanmaması ve uzman görüşlerinin yetersiz kalması, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin güçlü yasama iddialarının gerçeği yansıtmadığını ortaya koymaktadır ve bu tablo sistemdeki yapısal problemlerin bir yansımasıdır.
Ayrıca, iktidar partisi milletvekillerince hazırlanan yasa tekliflerinin içeriklerinin yeterince incelenmemesi ve milletvekillerinin bu tekliflere hakim olamamaları, yasama sürecine yönelik ciddiyetsiz bir yaklaşımın göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin getirdiği ‘Torba Kanun’ hazırlama yöntemi, parlamentonun yasama kalitesini ve ciddiyetini olumsuz etkilemiştir. Bu yöntemle farklı maddelerin bir araya getirilerek ele alınması, karar alma sürecinin etkinliğini azaltmış ve yasama sürecinde bütüncül bir yaklaşımın önünü kesmektedir. Torba kanun tekniği, düşük kaliteli yasama faaliyetlerinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Farklı konuların tek bir kanun teklifi altında toplanması ve milletvekillerinin bu tasarıları derinlemesine analiz etmesine imkan tanınmaması, mevcut sorunlara çözüm bulunmasını engellemektedir. Bu özensiz hazırlanan tekliflerle sürekli değişikliğe uğrayan ve odak noktasını kaybeden bir mevzuat yapısı oluşmuştur.
Millet iradesinin tecellisi olan TBMM’nin yasama ve denetim faaliyetlerini etkin bir şekilde yürütmesi ve asli fonksiyonunu tüm etkilerden uzak bir şekilde icra edebilmesi hayati bir önemi haizdir. Bu bağlamda mensup olduğu siyasi parti ne olursa olsun tüm milletvekillerine milletin iradesine sahip çıkma hususunda tarihi bir görev düşmektedir.
İktidarın önümüze sunduğu 2024 yılına ilişkin bütçenin gelir ve gider kalemlerinin dağılımı doğal olarak ülkenin iktisadi faaliyetlerini direkt etkileyecek hususları ihtiva etmektedir. Burada bütçeyi genel olarak değerlendirmeden önce Cumhuriyetin ilanının 100. yılına girerken, AK Parti hükümetinin 2011 yılında seçim vaadi olarak 2023 yılı için açıklamış olduğu hedeflerine ne kadar ulaşabildiğine bakmak daha tutarlı bir çerçevede bütçeyi ele alabilmemizi sağlayacaktır.
Henüz yılın sonuna gelinmemiş olsa da Ekim sonu itibariyle 2023 ortaya çıkan veriler ışığında belki de en öne çıkan hedef milli gelirdeki seviyedir. Mevcut iktidar 2023 yılı için Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) hedefini en az 2 trilyon dolar olarak belirlemişti. Fakat gelinen noktada tahmini olarak Türkiye’nin 2023 yılı sonunda GSYH’si 1 trilyon dolar civarında olacaktır. Bu sebeple Ak Parti iktidarı Eylül 2023’te açıkladığı ve 2024 ile 2028 yıllarını kapsayan On İkinci Kalkınma Planı’nda 2028 yılı için belirlediği 2 trilyon dolar GSYH hedefini 1,6 trilyon dolara düşürdüğü görülmektedir.
Yine Cumhuriyetin ilanının 100. yılında AK Parti’nin kişi başına düşen milli gelir hedefi 25 bin dolar idi. Bugünkü verilerle ise kişi başı milli gelirimizin 13 bin dolar seviyelerinde zar zor tutunduğunu görmekteyiz. 2028 yılında dahi iktidarın hedefi kişi başı milli geliri 17 bin dolar civarına çıkarmaktan öteye gidememiştir.
Böylelikle 2023 hedeflerinden birisi olan ve iktidarın en çok meydanlarda dillendirdiği dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmek hedefinden oldukça uzakta olduğumuz gibi ilk 20 ekonomi içinde kalabilmek bile bizim için bir başarı haline gelmiştir. Aynı hususlar ihracat, cari açık, işsizlik ve birçok konuda tekrar etmemize gerek bırakmayacak şekilde tüm vatandaşlarımızın malumudur. Maalesef 2011 yılında seçim öncesinde vaat edilen her rakamın ancak yarısını tutturabilmiş durumda olduğumuz acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Bütçe Kanunu teklifine gelindiğinde 2024 yılında ekonomik büyümenin yüzde 4’e gerilemesi, işsizliğin yüzde 10,3’e çıkması, buna karşılık cari açığın gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranının yüzde 3,1’e gerilemesine yönelik bir beklentinin olduğunu görüyoruz.
Mezkûr Bütçe Kanun teklifinde devletin giderlerinin 11 trilyon 89 milyar TL, gelirlerinin ise 8 trilyon 437 milyar TL olması hedefleniyor. Böylelikle daha şimdiden 2 trilyon 652 milyar TL olan bütçe açığının GSYH’ye oranının %6,4’üne denk gelmesi hedeflenmektedir.
Seçim öncesinde oldukça kötü yönetilen ekonominin neticesi olarak 2023’te oluşan yüksek bütçe açığından dolayı 2024 yılında ödeyeceğimiz faiz giderlerinin neredeyse %100 artarak 1,25 trilyon TL olacağının öngörüldüğünü görmekteyiz.
Yüksek bütçe açığının finansmanı neticesinde daha fazla küresel borçlanma maliyetlerine katlanmak zorunda kalacağımızdan ötürü bütçe açığının finansmanı noktasında hükümetin büyük ölçüde içerideki vergilerle bu açığı kapatmaya çalışacağını anlıyoruz.
Ülkemizde 2024 yılı ve devamında sıkılaştırma politikalarının giderek artacağını söylemek için bütçe hedeflerine bakmamız fazlasıyla yeterli olacaktır. Hükümet vergi gelirlerinin yanı sıra ilk etapta bütçe açığının yüksek finansmana ihtiyaç duyması nedeniyle iç borçlanmasını artırmayı hedeflemektedir. Bu bankaların reel yatırımlara ayıracağı kaynağı azaltması, reel sektör açısından da ihtiyaç duyduğu finansman imkanının giderek yok olması anlamına gelmektedir.
Borçlanmadan ayrı olarak vergi gelirlerine baktığımızda ise burada maalesef gelir dağılımında en adaletsiz vergilendirme sistemi olan dolaylı vergilerden Katma Değer Vergisi ile en büyük gelirin elde edilmesi amaçlanmıştır. 2024 yılında 2 trilyon 498 milyar TL ile Katma Değer Vergisi, 1 trilyon 404 milyar TL ile Özel Tüketim Vergisi sonucunda tüm vergi gelirlerinin en az %50’sinden daha fazlası dolaylı vergilerden, yani zar zor geçinen yoksul halk kesiminden temin edilecektir. Çok üzülerek görüyoruz ki bu bütçe ekonomiyi tekrar diriltme bütçesi değil, halka kırbacı vurma, garibanı ezme, mazlumu inletme bütçesidir. Hükümet zengin olan kesimden alacağı vergiyi artırmayı tercih etmemiş, bunun yerine köylüsünden esnafına, işçisinden emeklisine tüm dar gelirlilerin üstündeki eziyetini artırmayı tercih etmiştir.
Ayrıca 2024 bütçesi açıklanan büyüme hedefleri ve bütçe açığı açısından ele alındığında mali politika açısından enflasyonla mücadeleye yeterli kaynağın ayrılmadığı anlaşılmakta, 2024 yılına ilişkin bütçenin enflasyonu daha da artıracağı görülmektedir.
2024 bütçesinde vergi gelirlerinde %73,4 artış hedefine baktığımızda küçülen bir ekonomide bunun ancak yeni vergiler getirilmesi ve vergi oranlarında artış yapılması ile sağlanabileceğinin epistemolojik kopuş yaşamayan her ekonomist farkındadır.
Özetle Saadet Partisi Grubu olarak, hükümetin sunduğu bütçede harcamaların adaletsiz bir şekilde dağıldığını ve sosyal refahın artırılması adına yeterli önlemlerin alınmadığını görmekteyiz. Ayrıca, vergi politikaları işçi, esnaf, emekli ve memur başta olmak üzere dar gelirli kesimi olumsuz etkilemekte ve rantiyeci yandaş kesimi kayırmaktadır. Daha adil bir gelir dağılımı ve sosyal adalet için ekonomi yönetiminde daha fazla çaba harcanması gerekmektedir. Bütçeyle ilgili olarak adil bir düzene dayalı ekonomik model doğrultusunda daha çok üretim ve istihdam yaratılması bir zorunluluktur. Sanayi ve tarımın desteklenmesi, yerli üretimin teşvik edilmesi noktasında bütçe kalemleri tekrar ele alınmalıdır.
Sonuç olarak 2024 yılı bütçesinin tıpkı önceki Ak Parti hükümetinin bütçeleri gibi halkın yoksul kesimini daha fazla ezmek, kendi yandaşlarına sermaye transferi yapmak, faiz lobisine daha fazla kaynak aktarmak, iş yapan ticaret erbabını batışa doğru sürüklemek üzerine kurulmuş, ülkenin iflasına adım adım giden bir rant planlaması olduğu açıkça görülmektedir. Böylesine bir durum içinde gerçekleri haykırmak ve bu milletin parasını yine milletine harcayan bir kaynak planlamasını istemek bizim en doğal hakkımızdır. Neticede uçuruma doğru hızla giden bu planlamanın ve bütçenin ivedi olarak düzeltilmesi yönünde son defa iktidar sahiplerini uyarıyor ve sadece rant sahiplerini kollayan 2024 yılına ilişkin bütçeyi kabul etmiyoruz.
2024 BÜTÇESİ HAKKINDA DEĞERLENDİRME
Türkiye’nin 2024 yılı bütçesi, hükümetin ekonomi politikalarındaki eksiklikleri ve kısa vadeli yaklaşımlarını açıkça ortaya koymaktadır. Bütçe, yüksek enflasyon ve dış borç yükü altında boğuşan ekonomiye yönelik ciddi tedbirler almak yerine, geçici çözümler ve popülist harcamalarla doludur. Kamu harcamalarındaki artış, verimlilikten yoksun ve sürdürülebilir olmayan bir büyümeyi teşvik ederken, vergi politikalarındaki değişiklikler, sosyal adaleti zedeleyerek gelir dağılımı dengesizliklerini daha da artırmaktadır. Ayrıca, küresel ekonomik değişimlere ve jeopolitik risklere karşı hazırlıksız bir duruş sergileyen bütçe, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik istikrarını tehlikeye atmaktadır. Bu durum, hem yerel ekonomik dinamikler hem de uluslararası yatırımcı güveni açısından ciddi endişeler yaratmakta, Türkiye’nin gelecek ekonomi senaryolarına karşı direncini zayıflatmaktadır.
%15,04’lük faiz harcamaları oranı, vatandaşlarımızın ödediği her 100 lira verginin 15 lirasını sadece borç faizlerine ödediğini gösteriyor ki bu durum, devlet kaynaklarının verimli kullanılmadığının açık bir göstergesidir. Bu durum, hükümetin yüksek borçlanma maliyetleri nedeniyle kalkınma ve yatırım gibi alanlarda gerekli harcamaları yapamadığını göstermektedir.
Bu tür bir vergi dağılımı, sosyal adalet ve vergi adaleti ilkelerine uygun olmadığı açık bir şekilde ortadadır. Kazancın adil bir şekilde vergilendirilmediği görülmektedir. Özellikle servet sahibi kişilerin vergi yüklerinin diğer vatandaşlarımıza kıyasla daha düşüktür. Vergi istisna ve muafiyetlerin kalkınma eksenli ele alınması gerekmektedir. Ekonomiye katma değer katan sektörlerin ve teknolojiyle ilgili çalışmalar üreten firmalara vergi teşvikleri uygulanmalıdır. Yeni vergi reformuna ihtiyaç vardır. Birçok defa eklemelerle bugün ki haline ulaşan vergi kanunlarımız sadece, modern ve adil bir şekilde tekrar kaleme alınmalıdır. Vergi reformu sürecinde, siyasi partilerin ve toplumun birçok kesiminin görüşleri de dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde vergi sistemimiz adil olamayacak ve vatandaşımızın sırtındaki yük her geçen gün artmaya devam edecektir.
2024 yılı bütçesinde toplam faiz harcaması (faiz gideri) 1.254.000.000.000 (Bir trilyon iki yüz elli dört milyar Türk Lirası) olarak teklif edilmektedir. Yukarıdaki tablo da iç borç ve dış borçları göstermektedir. Bu tabloda en önemli göstergelerden birisi olan iç borcun dış borçtan fazla olması durumu borçlanmada dışarıya bağlı olunmaması açısından önemlidir. Ancak 2024 yılının bütçesi içerisinde faiz giderlerinin oranı bütçe giderlerinin %11,31’ine tekabül etmektedir. Bütçe gelirlerinin %13,48’i faize gitmektedir. Vatandaşlarımızın ödediği Vergi gelirlerinin %15,05’i faize gitmektedir. Bu oran geçtiğimiz yıllara göre oldukça yükselmiştir. İç borç oranı %7,42, dış borcun oranı ise %2,32’ye denk gelmektedir.
KANAL İSTANBUL
Bugüne kadar farklı mecralar tarafından proje teknik açıdan incelenerek; lojistik, finansman, kentleşme açısından, çevresel, ekonomik ve sosyolojik etkileri açısından, güvenlik ve uluslararası antlaşmalar açısından, deprem, afet, hafriyat, orman, tarım, doğal hayat, hidroloji gibi ekoloji disiplinleri açısından değerlendirilmiş lehte ve aleyhte onlarca rapor yazılarak sürece etki edilmiştir.
İstanbul bir inadın kurbanı mı olacak?
Bu raporlarda Kanal İstanbul’un yapılması durumunda denizlerdeki ekosistemin bozulacağı, su kaynaklarına zarar verilerek susuzluk yaşanacağı, deprem riskinin tetikleneceği, İstanbul’un doğasının uzun yıllar belki geri dönülemeyecek kadar tahrip edileceği net ortaya konulmuştur. Ak Parti iktidarı ise bu yaklaşımların tam aksine Kanal İstanbul projesinin herhangi bir olumsuz etkisinin olmayacağını beyan ederek bu projeye ısrarla devam etmek istemektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan şahsıyla bu kadar özdeşleştirilerek etkisi büyük bir projenin kişiselleştirilmesi, ekonomik açıdan güçlü olmayan bir dönemde halkın önceliklerine rağmen gerçekleştirilecek olması ve diğer konularda yeterince çalışmanın kamuya sunulması sebebiyle projenin teknik ve tabii açılardan mümkün olduğu, yapısal etkileri açısından bir mahsur olmadığı varsayılsa bile ekonomik ve sosyolojik etkileri açısından büyük hasarlar oluşturacağı açıktır.
Bir Sonraki Adım Gelibolu Kanalı mı?
İstanbul Boğazı uluslararası bir boğazdır. Ve yapılacak olan kanal da hem bir anlaşmanın konusunu oluşturması açısından, hem uluslararası deniz ulaşımı için kullanılacağından, hem de coğrafi konumu açısından uluslararası bir kanal olarak kabul görecektir.
Bunun anlamı kanala dair belirlenecek hukukun Türkiye’nin kendi iç hukukuna yönelik yapacağı kanunlarla belirlenmesinin mümkün olamayacağıdır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi Çanakkale Boğaz – Marmara Denizi – İstanbul Boğazını bir bütün halde kapsamakta olduğundan yalnızca İstanbul Boğazına alternatif oluşturmanın tek başına yeterli olmayacağı aşikârdır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışmaya açılacağı hakkında gündemdeki tartışmaların yanı sıra sonraki adımın ABD ve NATO’nun talepleri doğrultusunda Gelibolu Kanalı mı olacağı akla gelmektedir.
Kanal İstanbul Halkımızın Sırtına Bir Yüktür!
Erdoğan’ın krediyle büyüme mirasının birer parçası olan yeni havalimanı gibi diğer projelerin maliyetlerini gölgede bırakabilecek ölçekte büyük bir proje olan Kanal İstanbul Ülkemizin toplam yatırım bütçesinin %11’ini oluşturmaktadır. Aslında derin bir kriz yaşadığımız ekonomik açıdan ayaklarımızın yere basmadığı bir dönemde bölgeler arası gelişmişlik farkını artıracak olması sebebiyle, bu bütçenin diğer bölgelere aktarılarak dengenin sağlanması daha doğru olacaktır.
Maliyeti konusunda çeşitli rakamlar telaffuz edilmiş olsa bile 2021 yılı rakamlarıyla en az 140 milyar TL sadece kanal ve donatıları için harcanması kaçınılmazdır. Projenin en iyi senaryoda 7 yılda bitirilmesi planlanmakta ancak bu tür mega projelerin öngörülemeyen sebeplerle uzaması ve 10 yılda bitirilmesi muhtemeldir. Aradan geçen zaman, ilave işler, altyapı deplase işleri, dolaylı masraflar ve 1. Ordunun batıya yer değiştirmesi gibi sonradan yapılacak tesis ve harcamalarla bütçede bir karadelik oluşturması ya da müşteri garantili yapılması durumunda garanti ödemeleriyle halkın sırtına yeni bir yük olarak dönmesi kaçınılmazdır.
Kanal İstanbul yapılırken ya da yapıldıktan sonra Türkiye ekonomik açıdan güçlü ise iyi bir silah, ekonomik açıdan telafisi zor bir duruma düştüyse hiçbir işe yaramayan bir koz olarak kalır. Aynı zamanda bu süreçte projeye sağlanacak finansman payı; daha verimli birçok yatırım için kaynak teminini de engelleyecektir.
Kanal İstanbul Devasa Bir Lüks Konut Projesidir
İstanbul Kanalı olarak bir ulaşım projesi olabilirdi ama Kanal İstanbul adıyla ancak devasa bir lüks konut projesidir. Kanal İstanbul sadece yerel bir yatırım değil, 25 milyon insanın yaşadığı bir alanı etkilemektedir. Kanalın yapılması ile birlikte 8 milyon (gelecekte 10 milyon) nüfusun yaşayacağı 30 km x 36 km ebatlarında yeni bir ada oluşturulmuş olacaktır.
Oluşan ada ile birlikte köprü ve tüneller 3 taraf arasındaki sirkülasyonu taşımaya yetecek midir? Kanal ile Boğaz arasında kalacak adada tüm dış lojistiğin ve trafiğin iki taraftan birkaç köprüye bağımlı kalması zafiyet oluşturmayacak mıdır? Adadaki milyonlarca kişinin herhangi bir doğal felaket veya olağanüstü durumda tahliyesi nasıl sağlanacaktır?
453 milyon metrekareye kurulması planlanan “Yeni Şehir”‘in 30 milyon metrekaresini Kanal İstanbul oluşturmaktadır. Diğer alanlar 78 milyon metrekare ile havaalanı, 33 milyon metrekare ile Ispartakule ve Bahçeşehir, 108 milyon metrekare ile yollar, 167 milyon metrekare ile imar parselleri ve 37 milyon metrekare ile yeşil alanlara ayrılmıştır.
Kanal İstanbul, Çatalca Yarımadası üzerindeki tek proje de değildir. Yeni havaalanı, yeni Boğaz köprüsü ve bağlantı yolları, öngörülen liman ve kurulacak yeni yerleşim alanlarıyla, neredeyse yarımadanın tamamının yakın gelecekte nitelik değiştirmesi söz konusudur.
Daha önce KÖİ/YİD model ile yapılan projeler olan Kuzey Marmara Otoyolu, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osmangazi Köprüsü ve Yeni Havalimanı gibi projelerin kamu bütçesine olan zararı gün geçtikçe görülmektedir. Kanal İstanbul’un da bu modelle yapılacak olması gelir elde edilmesini bir kenara bırakın ülke ekonomisine büyük zararlara yol açacağı öngörülmektedir.
Kanal İstanbul İçin Vazgeçtiklerimiz Nelerdir?
Kanal İstanbul’a ayrılacak bütçe ile;
Üretime dayalı yeni projeler geliştirilerek yoksulluk azaltılabilirdi.
Tarım reformu, istihadam reformu maarif reformu, adalet reformu, yerleşim reformu gibi yapısal reformlar süratle başlatılabilir, güçlü bir şekilde sürdürülebilirdi.
Toplumsal yardımlar ve destekler genişletilebilirdi.
Tarım reformuyla gıda sorunu köklü bir şekilde çözülebilirdi.
İstihdam reformuyla kaynaklarımız kıymetlerimiz haline gelebilirdi.
Eğitim-Öğretim reformuyla geleceğin Türkiye’si inşa edilebilirdi.
Adalet reformuyla yargı hızlandırılabilir, koşullar insanileştirilebilirdi.
Kentsel dönüşüm projeleri hızlandırılabilirdi.
Kanal İstanbul’a ayrılacak bütçe ile sadece Araştırma ve Geliştirme yatırımları 10 kat arttırabilirdi. Böylece Türkiye; İlaç, Savunma ve Tarım Endüstrilerinde devler ligine yükselebilirdi. Bunun sonucunda milyonlarca vatandaşımıza yeni iş kapısı açılmış olur ve alım gücü artar, geçim derdi ve gelecek kaygısı son bulabilirdi.
Bakanlık bütçesinden son yirmi yılda denizciliğe sadece yüzde 1 pay ayrıldığı görülmektedir. Kanal İstanbul’a ayrılacak bütçe ile Türk Denizcilik Sektörü ihya edilebilirdi.
Kanal İstanbul bir anlayışın ürünüdür, bu anlayış Türkiye’nin üreten ve bağımsız bir ülke olmasını değil, tüketen ve dışa bağımlı bir ülke olmasını hedeflemektedir. Bugünkü yönetim insana, teknolojiye, ar-geye ve doğaya yatırım yapmak yerine; betona, kaçak yapıya, ranta ve talana yatırımı gözetmektedir. 21 yıldır gelinen nokta ortadadır. Maalesef Türkiye, tüketim kültürünün esiri ve dışa bağımlı bir ülke konumuna getirilmiştir. Bugün kriz haline gelen yüksek enflasyon, işsizlik oranları, cari açık ve bütçe açığı gibi makroekonomik istikrarsızlıklar Türkiye’nin bu anlayıştan uzaklaşarak yeni bir yola yönelmesini zorunlu hale getirmektedir.
“Yap, işlet, garantini al, keyfine bak, işine gelince hurdasını bırak” anlayışına dayanan ve faiz lobilerinin ekmeğine yağ sürecek olan Kanal İstanbul projesinden derhal vaz geçilmelidir.
Geri dönüşü olmayan ve telafisi güç sorunları tetikleyebilecek olan bu lüks proje için ayrılacak kaynak Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yapısal reformlara yönlendirilmelidir. Sosyoekonomik, politik ve teknolojik açıdan yaşamakta olduğumuz tarihi dönüşüm noktasında bu kaynak israf edilmemelidir.