Uzun yıllar boyunca Haliç ve İzmir Körfezi’nin kirliliği, başımızın belalarından biriydi. Hele o berbat koku… Belleğimde hâlâ yerini koruyor.
Bu kadar büyük bir su kütlesinin kirliliği artık temizlenemez, diye düşünürdük. O pislikle yaşayacak, onunla ölecektik. Ne yazık ki, bu iğrenç koku bir zamanlar güzelim İstanbul’un, güzelim İzmir’in sembolü olmuştu adeta. Geri kalmışlığımızı, aymazlığımızı esen her rüzgârla suratımıza çarpıyordu.
Her İstanbul ve İzmir dönüşü Bursa’ya geldiğimde sanki o kokuyu da beraberimde getiriyordum.
Sonra bir şeyler değişti Türkiye’de. Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir Başkanlığı döneminde denizi kirletmenin önüne geçildi. Mustafa Yıldırım, Gazete Grafiti’de yazdığı “İstanbul Haliç’ini Gerçekten Kim Temizledi?” başlıklı yazısında şöyle diyor:
1995 öncesi Haliç’in temizlenmesi için uygulamaya konulan, kayda değer ilk çalışma, Sayın Bedrettin Dalan’ın 1984-1989 yılları arası İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlığı döneminde gerçekleşmiştir. O dönemde, İstanbul Haliç’i sahili kıyıları boyunca yakın çevresinde yer alan çirkin salaş bina ve eski fabrikaların yıktırılması yanında, Haliç’te de kirliliğe neden olan kanalizasyon sularını toplayan kolektörlerin yapılması, Haliç için girişilen ilk ciddi kararlı, cesaretle gerçekleştirilen yararlı ve olumlu uygulamalardır.”
Demek öncelikle kirliliği yaratan sebepleri tespit etmek ve önlemler almak gerekiyordu, öyle de yapıldı. Artık İzmir Körfezi de Haliç de eskisi gibi kokmuyordu. Kordon’da yürümek, Haliç kıyılarında piknik yapmak yine çok keyifli hâl aldı.
Ancak uzun süredir Haliç civarından geçmedim. Ama bu cumartesi Kordon’da Kordon Otel’de konakladım. Ve yine otuz yıl önceki, genzi yakan, mideyi bulandıran o iğrenç kokuyla tekrar karşılaştım. Resepsiyondaki genç serzenişime şöyle karşılık verdi:
“Sorma ağabeyciğim bu kokuyu eve götürüyorum, burnumdan hiç gitmiyor.”
Billur gibi akan nehirler, cam gibi denizler, tertemiz park ve bahçeler bize haram mı? Küçükken serpme ile balık tuttuğumuz derelerimizden artık katran akıyor. Oysa çözmek o kadar basit ki. Ama irademiz yok. O iradeyi bulsak bile sürdürülebilir bir çaba göstermiyoruz.
Kanunlarımız var, cezalarımız var ama nafile. Başaramıyoruz.
SER isimli kitabımın “Kayserili Gurbetçi” başlıklı 13. öyküsünde, nasıl oluyor da beceriyorlar konusunu bir anı üzerinden işlemiştim. Lütfen yazımın sonunda yer alan bu hikâyeyi okuyun.
Şu an Kordon’dayım, otelin lobisinde otoparktan gelecek aracı bekliyorum ve bu satırları yazıyorum. Üstüm başım leş gibi bir kokunun içinde. Bir an önce buradan kaçmak istiyorum, bin kere lanet okuyarak…
Ah güzel İzmir, ah güzel ülkem… Sanırım biz seni gerçekten hak etmiyoruz.
KAYSERİLİ GURBETÇİ
“Çok zor şartlarla tam kırk yıl önce İsviçre’ye kaçak olarak gittim. Yıllarca kaçak çalıştım. Ne iş olsa yaptım. Çiftliklerinde ahırlarını temizlediğim bir aile, biz hayvancılığı bırakacağız ama seni ortaya yerde bırakamayız diyerek bana şehir merkezindeki bir fabrikadan iş buldular. Ben bunu yan çiftlikte artık kâhyalık yapan bir memleketlimizin tercüme etmesiyle öğrendim. Çünkü hiç dil bilmiyordum. Sonuçta ilkokulu zar zor bitirmiş, doğru dürüst Kayseri’yi görmeden Avrupa’ya gelmiş adamız.”
Tatlı bir Kayseri şivesiyle anlatmaya başlamıştı yukarıdakileri -daha ilk tanışmamızda- Komşum Mehmet ağabeyin kardeşi Abdullah ağabey. Kesin dönüş yapmış bir gurbetçi anısı dinlemek sıkıcı gelmeli değil mi? Bana gelmez. Ben bayılırım sahici insanların yaşanmışlıklarına.
Gözünün içine merakla baktığım için esneyenlere aldırış etmeden sadece bana odaklanarak anlatmayı sürdürdü. Herkes ev yapımı Kayseri mantısı yemişti ve rehavet çökmüştü.
“O fabrikada temizlik işine verdiler beni. Zaten ne işine vereceklerdi ki? İlk maaşı aldım bir de ne göreyim yıllardır aldığım maaşın neredeyse iki katı. Üç aya kalmadı kendime bir araba alıverdim. İlk cumartesiyi iple çekiyordum. Önce arabamı yıkayıp paklayacak sonra da gezecektim. Cumartesi günü kahvaltıdan sonra arabama atladığım gibi yakındaki nehrin kıyısında aldım soluğu. Hafta sonu olduğu için birasını oltasını alan balığa gelmişti nehir kıyısına. Ben kimsenin olmadığı sığ bir kıyıya arabamı getirdim. Ve dört tekerlek de suya değecek şekilde nehre soktum. Hazırlıklıydım. Süngerim, deterjanım, bezim her şeyim tamamdı. Süngeri iyice ıslattım, üstüne deterjan döktüm. Tam deterjanlı süngeri nehre sokacaktım ki biri arkamdan seslendi. Anladığım kadarıyla ‘yapma’ diyordu. Temiz giyimli biriydi. Polis kimliğini göstererek, işaretlerle arabamı sudan çektirdi. Sonra bir ağacın dibine oturttu beni. Çok yavaş hareketlerle ve tedbiri elinden bırakmadan adresimi cebinden çıkardığı küçük not defterine yazdı. Bana karşı tavrı her an ne yapacağı belli olmayan bir deli ya da vahşi bir hayvanla iletişim gibiydi. Biri daha vardı. O biraz daha uzaktan bizi izliyordu. Polis merkezine götürüldüm. Orada bir tercüman vasıtasıyla ifadem alındı. Yirmi yedi gün sonra mahkemem olduğu söylendiğinde, ‘Ne yaptık, adam mı öldürdük kardeşim?’ dedim.”
“Ertesi akşam kapı zilim çalındı, pencereden baktım yine aynı polis. Beni pencerede gördü ve gitti. Şaşırdım ama durum hiç değişmedi. Her akşam kapı zilim çalındı polis beni gördü. Yirmi altıncı günün akşamı yine aynı polisi kapımda görünce ona pencereden Türkçe bağırdım, ‘Senden usandım, görmeye bıktım, gelme artık.’ Aldırış etmeden gitti. Ertesi gün tam verilen saatte mahkeme salonunun önündeydim. Birkaç dakika sonra adım okundu ve ben hemen salona girdim, içeride bir yere oturdum. Kürsüye yakın bir yerde aynı tercüman duruyordu. Kürsüde tam ortada oturan yaşlı bir adam onu yanına çağırdı bir şeyler söyledi. Tercüman bana dönerek, ‘Hâkim bey soruyor, neden oraya oturdun?’ dedi. ‘Nereye oturacağım ki? Bir sürü boş yer var, ben burayı seçtim,’ diye cevap verdim.
Yine aralarında konuştular.
‘Hâkim bey soruyor. Sen sanıksın, orası seyircilerin oturacağı bölüm. Sen şu tırabzanların önünde durmalısın, neden oraya oturdun?”
‘Ben mahkeme neyin bilmem ki ilk kez geliyorum.’
‘Hemen bu bölüme gel.’
Tercüman söylediklerimi çevirdi. Kürsüdekiler birbirlerine şaşkın şaşkın baktılar. Derhal söylenilen yere gelip durdum.
‘Hâkim bey soruyor, ne ile suçlandığını biliyor musun?’
‘Hayır bilmiyorum, ben arabamı yıkıyordum, ondan sonra beni karakola götürdüler. Birine benzettiler herhal. Oturmam, neyim var.’
‘Mehmet Bey yirmi yıl ağır hapis cezasıyla yargılanıyorsunuz, çevreye ve dolayısıyla toplum sağlığına zarar vermekten.’
‘Yahu gardaşım ben ne etmişim ne günah işlemişim deyiverin de bileyim ne yaptığımı.’
Benim her söylemem kürsüdekilere çevirilince şaşkınlıkları ve aralarındaki konuşmanın harareti artıyordu. Hâkim tekrar konuştu ve tercüman çevirdi.
‘Sen arabanı nehirde yıkamakla nehir suyunu kirletiyorsun. Kirlenen sudaki balıklar bu kirlilikten etkilenecekler. O balığı bir çocuk yiyecek ve hastalanacak. Bitkiler ölecek, doğa bozulacak, bunu bilmiyor musun?’
‘Bilmiyorum, biz memlekette böyle gördük, herkes böyle yapar.’
Her söylediğim şey kürsüde tartışma yaratıyordu. Uzun uzun konuştular. Sonra tercümana bana söylemesi için bir şeyler söylediler.
‘En son sözün yüzünden biz sana hapis cezası vermeyeceğiz. Çünkü sen bilmiyordun ve memleketinde öyle görmüştün. Orada demek bu suç olarak görülmüyormuş. Ama şimdi artık öğrendin. Şimdi artık bunu biliyorsun. Ancak bir daha yaparsan bu suç da diğerine eklenerek hapiste yatacaksın, cezan bitince de sınır dışı edileceksin. Şimdi şartlı olarak serbestsin, sadece para cezası ödeyeceksin.’
Ben para cezası lafını duyunca cebimde ne kadar para varsa elime alıp kürsüye koştum. Benim bu ani hareketimden kürsüdekiler geriye yaslandılar. Biri az kalsın düşüyordu. Hâkim bağırdı. Tercüman çevirdi.
‘Ne yapıyorsun be adam’
Artık tercüman da bağırıyordu.
‘Şey para cezası deyiverince hemencecik ödeyivereyim, kurtulayım dediydim. O sebepten.’
‘Yok kardeşim evine makbuz gelecek, o makbuzla bankadan yapacaksın ödemeni.’ ”
Benim artık kırk yıl sonra karşımda oturan adam eğitimli bir adamdı. Kırk yıl önceki cehaletini delilikle eş değer görüyordu. Bunu bugün gülerek anlatacak kadar da aşmıştı kendini.
Bugün hâlâ günümüzde aynılarını yaşıyoruz. Doğayı hoyratça katledişimiz bir delilik olarak görülmüyor maalesef. Hâlâ dereye, çaya araba sokup yıkamaya devam ediyoruz. Ne yasak ne de cezası var.
Yasaklarla olmaz diyenleri, eğitim eğitim diye feryat edenleri anlamakla beraber katılmadığımı da ifade etmek isterim. En canlı örnekle hem de.
Düne kadar otobüste sigara içeni uyardığımızda, “rahatına düşkünsen taksiyle git kardeşim” diyenlere ne oldu? Ben içerim kardeşim diyenler şimdi oh be ne güzelmiş diyorsa demek güzellik yasaklarla ve cezalarla da getirilebiliyormuş diyeceğim.
Gürcistan’dan gelen bir arkadaşımızın, “Restoranlarda çoluk çocuk düşünmeden hâlâ sigara içiyorlar, biz de içiyorduk deli miydik acaba?” dediğini kulaklarımla duydum.
Evet, bu bir deliliktir. Toplumca yaşanılan ve yasakla tedavi edilebilen. Bir ilacı daha var bu deliliğin “eğitim”. O zaman ne yasağa ne polise gerek yok.