İtalyan seçimleri Avrupa’daki aşırı sağın yükselişte olduğunun açık kanıtı oldu. Giorgia Meloni’nin liderliğini sürdürdüğü aşırı sağ koalisyon kullanılan oyların yüzde 44’ünden biraz fazlasını alarak Mussolini’den sonra ilk kez ülke yönetimini ele geçirdi.
Mevcut görüntü aşırı sağın uzun süredir istikrarsız koalisyon hükümetlerinin yerine daha istikrarlı bir yönetimin iş başına geçtiği gibi bir algıya yol açabilir. Ancak Meloni’nin dışındaki diğer iki aşarı sağ liderlerine bakıldığında, bir istikrardan bahsetmek için çok fazla aceleci davranmamak gerektiği sonucuna varmak da mümkün.
Koalisyonun diğer ortakları Berlusconi ile Salvini’nin Rusya ile ilişkileri güçlendirmekte daha hevesli olan tutumlarının, Draghi dönemindeki güvenilir NATO üyesi ve Rusya’ya karşı yaptırımlara harfi ile uyan İtalya’dan, farklı bir İtalya’ya mı yöneleceğiz kuşkusu daha şimdiden ifade edilmeye başlandı. Her ne kadar Meloni’nin mesajları daha ılımlı olsa bile.
Keza AB ile ilişkiler konusu da benzeri endişelerin dile getirilmesine neden oluyor. Büyük bir borç yükü altında olan İtalya’nın (GSYİH’nın yüzde 150’si), Draghi döneminde Covid’e bağlı olarak AB bütçesinden 140 milyar Euro almasına olanak tanıyan anlaşmadan cayması kolay gözükmüyor. Yapılan yorumlar çerçevesinde bu noktada Meloni’nin diğer koalisyon ortaklarına göre daha pragmatik davranması bekleniyor. Peki ama seçim kampanyası süresince sarf edilen o sözler, seçim zaferinin ardından indirilen AB bayraklarının yerine tek başına çekilen İtalyan bayrakları pragmatizme izin verecek mi?
İtalya özelinden AB geneline geçersek…
Çok değil, birkaç ay öncesinde Fransa başkanlık ve yasama organının seçimlerinde Marine le Pen’in önlenemeyen yükselişi, İtalya seçimlerinin hemen öncesinde İsveç’te neo Nazilerin yükselişi, Macaristan’ın durumu, Çekya’nın umut vermeyen görüntüsü, Hollanda ve Danimarka’nın endişeye yol açan siyasi havası ve diğerleri…
Kısaca asrımızın vebası aşırı sağ ve söylemleri.
Peki bu siyasi ortamın doğmasına ne ya da neler yol açtı?
Çok fazla geriye gitmeden, her halde birinci sıraya 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ardından başlayan İslamofobia’dan günümüze kadar olan süreci koymak gerekir. İslam karşıtlığı günümüzde hala bütün şiddeti ile devam etmekte. Doğal olarak bu karşıtlığın sonuçlarından Türkiye olarak bizler de negatif yönde etkilenmekteyiz.
İkinci önemli sorunu da Covid sürecinin ortaya çıkardığı yeni paradigmaya bağlamak hatalı olmayacaktır. Sürecin beraberinde getirdiği bir yandan ekonomik bozulmalar, öte yandan AB ülkelerinin dayanışma geleneğinden kopmaları, AB’nin süreci yönetmedeki başarısızlıkları, AB karşıtlığının yükselmesine yol açmıştır.
Köşe yazısının tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.