Genç kız, gülkurusu renkli ipek bir halının üzerine sere serpe uzanmıştı. Üzerinde altın işlemeli beyaz bir elbise vardı. Boynu, gerdanı, bilekleri ve elbisenin bitiminde belli belirsiz görünen zarif ayakları, tehlikeli çağrışımlar yaptıracak bir çıplaklıkla ortadaydı. İnsanı karanlık kuytulara, tekinsiz sokaklara, netameli köşe başlarına sürükleyecek kadar güzel ve tehlikeliydi.
Neredeyse tüm ömrü kanlı çarpışmalarda geçmiş olan general de bu tehlikenin farkındaydı. Armağan olarak kendisine verilmek istenen bu genç ve güzel cariyeyi kabul ederse ne tür belalarla karşılaşacağını pekala da kestirebiliyordu. Nedir, cariyeyi kendisine hediye etmek isteyen adamın hatırı sayılır bir güce sahip olduğunu, hediyeyi almak istemezse bu güçlü adamı kızdırabileceğini de biliyordu. Her şey bir yana, bu adamı gerçekten seviyordu ve onunla olan kişisel dostluğuna çok önem veriyordu.
Tavana kadar uzanan oymalı pencerenin kesme camlarının ardından dışarıya baktı. Sonra da yanındaki pencereden dalgın gözlerle aynı manzarayı inceleyen adamı izledi. Ellerini arkasında kavuşturmuş olan adam, kırmızı fesini kaşlarına kadar indirmişti. Gözlerini kısmış, generale hiç bakmadan, sakince onun vereceği cevabı bekliyordu. General cariyeye bir kez daha baktı. Yavaşça içini çekti ve camdan dışarıya bakmayı sürdüren adama dönüp, ‘Sultan hazretleri, hediyeniz beni onurlandırdı, teşekkür ederim’ dedi. İki adam içten bir biçimde tokalaştılar.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu Büyük elçisi General Lewis Wallace, Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid’in kendisine armağan ettiği ‘Saraylı Cariye’ adlı tabloyu koltuğunun altına sıkıştırdı ve ayaklarını birleştirip, padişaha görkemli bir asker selamı verdi. Biraz sonra padişah ile büyük elçi, Yıldız Sarayı’nın salonlarından birine girerek Marmara’ya bakan sedirlere oturdular ve kehribar renkli nargile dumanları arasında, koyu bir tarih sohbetine giriştiler. Büyükelçi General Wallace, Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid’e kendi yazdığı Ben Hur romanını geçen akşam bıraktığı yerden okumaya başladı. General okuyor, bir tercüman çeviriyor ve padişah da dinliyordu. Kitabın araba yarışı sahnesine gelindiğinde ve Judah Ben Hur’un kendisine ihanet eden Messela’dan intikam aldığı bölüm anlatıldığında, Abdülhamid’in hafifçe gülümsediği görüldü. Sonra padişah yavaşça ‘aferin’ diye mırıldandı. Bu takdir sözünü Ben Hur’a mı yoksa Büyükelçi, General ve Romancı Lewis Wallace’a mı söylediği anlaşılamadı. Yıl 1882’ydi…
Defalarca filme de çekilen Ben Hur romanıyla dünyaca tanınan ama aslında profesyonel bir asker olan Lewis Wallace’un hayatı, çok sayıda romana malzeme olabilecek kadar ilginç gelişmelerle geçti. ‘Lew’, 10 Nisan 1827’de Indiana Brookwille’de doğdu. On dokuz yaşına geldiğinde, Meksika ile yapılan savaşa katıldı. Savaştan sonra hukuk okuyup avukat oldu. Senatör seçildi ve Indiana Senatosu’na girdi.
1861’de ABD iç savaşı başlayınca, general yardımcısı olarak Indiana Süvari kuvvetlerinin başına geçti. Ordudaki en genç general olunca, kuzey eyaletlerinde yaşayan Amerikalılar kendisine ‘altın çocuk’ demeye başladılar. Cincinnati’yi güney ordularının kuşatmasından kurtardı. Bu kez resmi olarak ‘Kurtarıcı’ ilan edildi.
Wallace iç savaştan sonra Santa Fe’ye dönüp, öteden beri tasarladığı Ben Hur romanını yazmaya başladı. Konusunu İncil’den, Yahudi ve Roma tarihinden alan Ben Hur’da, Judah Ben-Hur adlı bir Yahudi aristokrat, en yakın dostu Messela’nın ihanetine uğruyor, yakınlarını kaybediyor ve acı dolu yıllardan sonra Messela’yı çok vahşi bir araba yarışında yenerek, sonunda öcünü alıyordu.
Wallace, yıllar sonra filme çekilip tam 11 dalda Oscar kazanan Ben Hur romanını ABD Başkanı James Garfield’e gönderdi. Kitaptan çok etkilenen Başkan Garfield, ‘oraları hiç görmeden bunları yazabilen Wallace’un’, kitabında canlandırdığı yerleri gerçekten görebilmesi için onu Ortadoğu’ya göndermeye karar verdi. Ben-Hur romanında anlatılan Filistin’i, Arap çöllerini ve Hıristiyanlığın en eski kutsal şehirlerini o sıralarda yönetmekte olan devlet ise Osmanlı İmparatorluğuydu ve Lewis Wallace hem de ‘bakan büyük elçi’ rütbesiyle ABD temsilcisi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’a gönderildi.
Wallace, 1882’de İstanbul’a geldi. ABD Konsolosluğu binasına yerleştikten kısa bir süre sonra Sultan Abdülhamid’in Cuma Namazı törenine gitti. Sultan, Beşiktaş Camii merdivenlerinde gördüğü bu yabancı subayın kim olduğunu sordu. O tarihlerde Osmanlı Donanması’nda çalışan İngiliz Sir Henry Woods Paşa, subayın yeni ABD sefiri olduğunu söyleyince, Wallace’ı Yıldız Sarayı’na davet etti.
Etrafındakilere, hele yabancılara hiç güvenmeyen Abdülhamid, nedense bu Amerikalı general-elçiyi sevdi. Padişah ile Büyük elçi sık sık Yıldız Sarayı’nın arkasındaki binicilik okuluna gider oldular. Sarayda birlikte nargile içip, özellikle askerlik konularını konuştular. Aynı zamanda iyi bir ressam olan Wallace, koparabildiği özel bir izin sayesinde Abdülhamid’in bir portresini bile yaptı.
Abdülhamid de bir çeşit karşılık olarak Wallace’a ‘Saray Cariyesi’ adlı değerli bir tabloyu armağan etti. Amerikalıların, çok eşlilik, harem, odalık, cariye gibi konulara çok meraklı olduğunu bilen ve bu tabloyu eşine göstermekten çekinen Wallace, önce bu hediyeyi almaktan kaçındı. Nedir, kişisel dostu saydığı Abdülhamid’i kırmaktan da korktuğu için tabloyu aldı.
İngiliz Woods Paşa, bu olayı hemen New York Herald gazetesi’ne iletti. Derken işler iyice çığırından çıktı ve ABD gazeteleri, haberi ‘Türk Sultanı Wallace’a güzel bir cariye armağan etti’ diye verdiler. Wallace’un eşi çok üzüldü ve evi terk etti. Sonunda gerçekler anlaşıldı ve Wallace onca savaşta bile pek uğramadığı bu ‘belalı’ durumdan kurtuldu.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki resmi adı ‘Memaliki Müctemia Amerika Devleti Sefiri Kebiri’ olan Lewis Wallace, 15 Şubat 1905’te Crawfordsville’deki evinde öldü. Ölümünden kısa bir süre önce hasta yatağında yatarken, yakınlarına ‘benim gibi bir adamın diğer insanlar gibi yatağında ölecek olması ne kadar üzücü’ dediği söylendi.
Yatağında öldü…