featured

Deniz Yüksel Abalıoğlu: “Belgeselin gerçeği aktarmak gibi bir sorumluluğu var!”

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Şu an Ankara Film Festivali’nde yarışan belgesellerden biri olan “Maffy’s Jazz”ın yönetmeni Deniz Yüksel Abalıoğlu ile belgesel, festivaller ve de tabii ki Ahmet Muvaffak Falay üzerine konuştuk. 

 

Merhaba Deniz, öncelikle biraz bize kendinden ve çalışmalarından bahseder misin? 

 

İzmir doğumluyum, fakat 11 yaşıma kadar İzmir yakınında bulunan Salihli’de büyüdüm. 11 yaşımdayken İzmir’de yatılı okula başladım. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema bölümünden mezun olduktan sonra mesleğimde ilerlemeyip, İzmir’deki aile şirketimizde çalışmaya başladım. 10 yıl kadar burada çalıştıktan sonra 2015 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sinema TV bölümünde yüksek lisansa başladım. Yüksek lisansımın bir dönemini Milano’da bulunan Accademia Belle Arti di Brera’da okuyarak mezun oldum. Beş kısa filmim var. Kültür Bakanlığı’nın desteği ile ilk uzun metrajlı belgesel filmim Maffy’s Jazz’ın yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendim. 9 yaşında bir kızım var. İstanbul’da yaşıyorum fakat son iki yıldır işimiz dolayısıyla sık sık İzmir’e seyahat ediyorum.

 

 

Jazz ile bağın nedir? 

 

Her şeyden önce sese karşı duyarlı bir insan olduğumu söyleyebilirim. Dolayısıyla iyi müzik dinlemeyi seviyorum. Müziğin çeşitli türlerini dinliyorum, caz en sevdiklerim arasındadır. Bir de üniversitedeyken Postkolonyalizm dersi almıştım. Birsen Durmaz isimli bir arkadaşımla Postkolonyalizm ve Caz isimli bir makale yazmıştık, bu makaleyi yazarken, cazı postkolonyel açıdan az da olsa incelemiş oldum. Makaleyi hazırlarken edindiğim bilgiler, benim caz müziğine olan hayranlığımı derinleştirdi.

 

 

Türk cazının en büyük yeteneklerinden biri olan trompetçi Ahmet Muvaffak Falay gerçek hayatta nasıl biri? Nasıl bir etkileşiminiz oldu?   

 

Öncelikle soruyu gerçek hayatta diye sormuşsunuz fakat, Maffy’i olduğundan farklı göstermedim, gerçek hayatta nasılsa filmde de o hali ile görünüyor. Maffy çok kendine özgü bir karakterdi. Büyük müzikal yeteneği karakterinin en iyi tanımı olsa da, en farklı ve baskın özelliklerinden biri de spontan kişiliğiydi. 1955 yılında 25 yaşındayken Almanya’da bir orkestra ile çalma teklifi alıyor. Atlıyor, gidiyor ve 5 yıl kalıyor. Ardından o orkestra ile İsveç’e konser vermeye gidiyor. Yolda gördüğü bir panayırdaki müzisyenlerle çalıyor ve o akşam İsveç’de kalmaya karar veriyor. Kalış o kalış 60 yıl İsveç’de kalıyor, hayatını orada geçiriyor. Öylece duygularının peşinden gidiveren çocuksu tarafının yanısıra bir beyefendiydi. Çok güldürürdü, ama espri yaptığı için değil, bu naif karakterin kendine has bir jargonu, kendine has bir mizacı olduğu için. Filmde de onun bu karakteristik özelliklerini olabildiğince göstermeye çalıştım. Fakat son yıllarında, artık müziğini icra etme gücünü yitirdiğinde, ve yakın dostlarının çoğunu yitirdiğinde, kendisini 65 yıl yaşadığı İsveç’e yabancı hissetmeye başlamış, yalnızlaşmış ve hüzünlü bir hal almıştı. 

 

 

Biraz “Maffy’s Jazz”dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?  

 

Değerli bulduğum varlıkları; bu bir şehir de olabilir, bir müzisyen de veya mimari bir yapı da… göstermek, tanıtmak isteyen bir yapım var. Maffy’ i de bizim için bir değer olarak gördüm. Baudrillard “Fotoğrafçı, fotoğrafın dışında bıraktığı varlıkları ölüme terk eder” demiş. Bu yaklaşımla, değerli bulduğumu kayda geçirerek, onları hem kalıcılaştırdığımı, hem de insanlara tanıttığımı düşünüyorum. 

 

 

“Maffy’s Jazz”ı çekerken en çok hangi noktalarda zorlandın? 

 

Ben filmi çekerken onun müzikal kariyerinden çok, nasıl bir insan olduğuna, ailesine, İsveç’deki ve evindeki yaşamına bakmak istedim. Fakat Maffy’nin bütün dünyası müziğiydi, müzikten başka konulara ender olarak giriyordu. Maffy’nin ondan duyamadığımız bir gerçeği vardı. Bu sebeple, kayıt altına aldığım bir çok görüntü içinden, onun gizlenen hikayesini kısmen de olsa çıkarmak zor oldu.

 

Bir de Maffy’nin yanına giderken, çekeceğim belgeselin nasıl bir tarzda olacağına karar vermiştim. Onunla beraber kalarak, onunla yaşayarak çekmek istiyordum bu belgeseli. Filmi evin bir sakininin çektiği izlenimini vermek ve Maffy’nin kameranın varlığını unutmasını istiyordum. Aslında başkalarının evinde kalmayı sevmem. Bu anlamda da biraz zorlandığımı söyleyebilirim. Bir de saydığım sebeplerden dolayı, evin içini profesyonel ekipman veya ekiple doldurmadım. Bir senaryo da yoktu giderken, eylemleri doğal akışında geliştiği şekilde çekmek istedim. Fakat yetersiz ışık veya daha profesyonel ekipmana sahip olmadığım için kullanamadığım sahneler oldu.

 

 

Belgeselin katıldığı festivallerden ya da yarışmalardan nasıl tepkiler aldı/alıyor? 

 

Filmin ilerleyişinden gayet memnunum, İstanbul Film Festivali hariç, Türkiye’de başvurduğum tüm festivallerden ve yurt dışında düzenlenen Türk film festivallerinden olumlu sonuç aldım. Türkiye’nin en eski ve en büyük film festivallerinden Adana Altın Koza’da yer alan “Maffy’s Jazz” film festivallerinin yanı sıra, caz festivallerinde de gösterime girdi. Filmin premieri İstanbul Caz Festivali aracılığı ile Kadıköy sinemasında yapıldı. Kadıköy sineması, şu ana kadar gördüğüm en iyi görüntü ve ses kalitesine sahip olmasının dışında oldukça da büyük bir salon. Premierde tüm salon doluydu. Çoğu insan Maffy’i tanıyarak geldiği için çok duygulu bir gösterim oldu. Film sonunda izleyicilerden çok güzel tepkiler aldım. Akbank Caz Festivali de “Maffy’nin Cazı” isimli bir anma gecesi düzenledi, film gösterimi ardından, Türkiye’de Maffy ile çalışan müzisyenlerin, sohbetler eşliğinde harika bir konseri oldu. Biletler çok kısa zamanda “Sold Out” oldu. 

 

Şimdiye dek, İtalya’nın Ravenna şehrinde düzenlenen, Soundscreen Film Festivalinde “bir sanatçının yalnızlığını şiirsel olarak yakalayabilme ve cazın coğrafyaları aşarken, özgün biçimini hiç yitirmeden her yere ulaşabildiğini anlatabilme yeteceği için” gerekçeli açıklaması ile “Miglior Regia” yani “En İyi Yönetmen” ödülünü aldım.

Amerika Birleşik Devletleri’nde Boston’a bağlı, 27. Flickers’ Rhode Island International Film Festival’inde (Academy Awards Qualifying, Bafta Qualifying ve Canadian Screen Award Qualifying) finalist oldum.

 

Filmin finalist olarak yer aldığı festivaller:

29. İstanbul Caz Festivali, Özel Gösterim (Haziran)

2. Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali (Haziran)

15. Documentarist / İstanbul Belgesel Günleri (Haziran)

22. Frankfurt Türk Filmleri Festivali (Haziran) 

6. Bodrum Caz Festivali (Haziran)

Kuşadası Caz Festivali (Temmuz)

27. Flikers Rhode Island International Film Festival

29. Adana Altın Koza Film Festivali (Eylül)

32. Akbank Caz Festivali (Eylül) 

8. Soundscreen Film Festival, Ravenna (Eylül)

10. Antakya Film Festivali

33. Ankara Film Festivali (Kasım)

6. Londra Turquazz Caz Festivali (Kasım)

8. Peloponnisos İnternational Documentary Festival (Ocak 2023) 

21. Boston Türk Filmleri Festivali

Müze Gazhane / Bir Yaşam Bir Sahne 

 

 

Belgesel sinemanın olmazsa olmazları nelerdir senin için?

 

Belgeselin gerçeği aktarmak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Kişisel bir bakış açısı ile belgesel üretimi yapılabilir, fakat gerçek olmalı. Belgesellerin tarzlarının nasıl olmaları gerektiği konusunda kimsenin otorite olmadığını düşünüyorum.

 

Bana hoş gelmeyen ve gerçeği saptırmak dışında etik bulmadığım farklı durumlar da var. Bunlardan şimdi aklıma gelenlerden biri ajitasyon yani duygu sömürüsü yapmak. Bir diğeri belgeseldeki süjenin eylemlerine müdahale etmek yani bir anlamda oyunculuk yaptırmak veya manipüle etmek. Bir de süjenin mahrem alanına girmek. Yönetmen bir noktada kamerayı kapatmayı bilmeli, röntgenci durumuna düşmemeli. Bu bahsettiğim röntgencilik müstehcen konularla alakalı değil. Bir örnek vermek gerekirse, Last Train Home belgeselinde baba ile kızı arasında bir kavga çıkıyor. Kavga iyice geriliyor, kamera çalışmaya devam ediyor, babadan ilk tokat geliyor, kız delirip kameraya doğru bağırıyor ve meydan okuyor, baba da meydan okuyup, tokatları artarda yapıştırıyor. Kamera çekime devam ediyor. Bana orada kamera olmasa tokat da olmayabilirdi gibi geliyor. O noktada belgeselcinin “tamam buraya kadar” deyip kamerayı kapaması gerekir diye düşünüyorum. Zaten herkes o sahnede neler olacağını biliyor, kızın küçük düşüşünü izlememize gerek olduğunu sanmıyorum. 

 

Benim en sevdiğim belgesellerden bazılarını örnek verirsem, nasıl tarzlardan hoşlandığım da anlaşılır diye düşünüyorum; Titicut Follies (Frederick Wiseman), Grey Gardens (Ellen Hovde / Maysles), Faya Dayi (Jessica Beshir), News From Home (Chantal Akerman), Yaramaz Çocuklar (Ahmet Çopur) 

 

 

Gelecek planlarından söz etmeni isterim… 

 

Zor soru. Yüksek lisansımın bir dönemini Milano’da yaparken, eski tramvaylardan sokakları çektiğim biraz soyut biraz da psikanalitik bir belgesel çekmiştim, 5 dakikalık bir video aslında. Fakat en beğendiğim ve beni en çok yansıtan projem de o oldu. Aynı şeyi İstanbul’da yapmak istiyorum. Aslında hayalim bir kurmaca çekmek, senaryosunu değil ama hikayeyi kendim yazmak istiyorum. Umarım bir gün gerçekleştirebilirim. 

 

twitter.com/firatsayici

Haber Kaynağı www.populersinema.com

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
0
kurnaz
Kurnaz
Deniz Yüksel Abalıoğlu: “Belgeselin gerçeği aktarmak gibi bir sorumluluğu var!”

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Ulusal24 Haber Merkezi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!