Bu yıl Ankara Film Festivali’nde keyifle izlediğim kısalardan biri olan “Kruvasan”ın yönetmeni Aziz Alaca, “Uzun Filmin Kısası”nın klasikleşmiş sorularını cevaplıyor…
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Merhaba. İTÜ Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum. Üniversitenin ardından 10 yıl kadar Almanya’da kaldım. Oradayken farklı iş kollarında çalıştım. 2012 de film yapma amacıyla Türkiye’ye döndüm. Ancak birçok arkadaşımızın başına gelen “önce sektör işleri yaparak para kazanayım, sonra film yaparım” planım pek tutmadı. Reklam – tanıtım çekerek geçirdiğim 6-7 senenin sonunda yönetmenlik kariyerimi kurmak için çalışmaya başladım. 2019’da “Germiyan’ın Renkleri” isimli bir belgesel ile ilk defa festivallerde yarışmacı olmaya başladım. 2020’de Blutv için 4 bölümlük “Ankara Havası” isimli belgesel dizisini çektim. 2021’de “Göl Kenarı” kısa filmim iyi bir festival performansı gösterdi. 2022’nin hemen başında yaptığım “Kruvasan” kısa filmim Antalya, Ankara gibi önemli festivallere seçildi. Halen festival süreci devam ediyor. 2023’ün Haziran ayında ilk uzun metrajlı filmim olarak bir müzik-gençlik filmi olan “Tek Başına” yı çektim. Bu filmin post prodüksiyonu halen devam ediyor.
Senin için kısa filmin tanımı nedir?
Kısa film teknik olarak genellikle 15-25 dakika uzunluğunda olan öyküler için kullanılan bir terim. Ama tabii ki dramatik yapısı diğer türlerden farklılıklar gösteriyor. En önemli mecrasının festival gösterimleri olduğu için oranın seyircisinin reflekslerini, alışkanlıklarını dikkate almak önemli.
Sürekli tartışılan bir konu siz de bilirsiniz, “kısa film uzuna geçmek için bir zıplama tahtası mıdır, değil midir?” diye… Bu yönetmenin kariyer hedefine göre değişir. Ancak çok büyük oranda kısa filmler yönetmenlerin anlatım yeteneklerini, artistik yeteneklerini festival seyircisine ve sanat sineması kamu oyuna duyurdukları bir kartvizit durumunda. Kısa filmciler buradan edindikleri tecrübe, bilinirlik ve ilişkileri ile ilk uzun metrajlarına hazırlık yapıyorlar. Bu benim için de geçerli oldu. Ben de iki kısanın ardından ilk uzunumu çekerek boyumun ölçüsünü görmek için suya daldım diyebilirim. Uzun metrajın ardından tekrar kısa çekilir mi, tabii ki çekilebilir. Ama bunun örnekleri dünyada da bizde de çok sınırlı.
Biraz “Kruvasan”dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
2022’nin Eylül – Ekim ayı idi sanırım, “Göl Kenarı”nın festival yolculuğu artık sona yaklaşmıştı ve o sonbahar hazırlıklarına giriştiğimiz “Köstebekler” isimli uzun metrajı çekmeye hem maddi anlamda, hem artistik anlamda gücümüzün yetmeyeceğini fark etmiştik. Ben de bir kısa daha çekerek set pratiğimi devam ettirmek istedim. Gerçekten de bir kaç saat içerisinde 2 adet sinopsis yazdım. Biri romantik bir öykü olan “Kruvasan”, diğeri bir gerilim – korku öyküsü olan “Blues Brothers”dı. Yapımcı arkadaşım Zöhre ile konuşurken bu öyküleri çevremizdeki hem sinemacı, hem de bu işlere meraklı arkadaşlarımıza gönderip ‘hangisini çekelim’ diye sorduk. Bu oylamayı “Kruvasan” öyküsü az bir farkla, 19-18 gibi kazandı.
Filmin öyküsü yıllardır kafamdaydı, üniversite öğrencisiyken Film Yönetmenleri Derneği’nin bir seminerinde Hüseyin Kuzu böyle bir kısa filmden bahsetmişti. Mimarinin sinemaya etkisi diye bir şeyler konuşuluyordu. Ama Hüseyin Kuzu da filmi nerede izlediğini veya yönetmenini hatırlamıyordu. Bu filmi hala izleyemedim ben de. Öykü şuydu, demir perde zamanı batılı bir sporcu doğu Avrupa’da bir turnuvaya gider. Orada tanıştığı bir kadının evine gider. Hoş bir akşam geçirirler. Erkek sabah kadına sürpriz yapmak için taze simit – börek almak için dışarı çıkar ve olaylar gelişir.
Öyküyü düz bir kurgu ile anlatmak istemedim. Aynı anın iki farklı karakterin gözünden gördüğümüz bir sahne var, ekran bölme gibi grafik oyunlar, yoğun müzik kullanımı, kadın oyuncunun bir erkek sesi ile şarkı söylemesi gibi oyunbaz bir film olmasına çalıştım. Ancak insanları yalnızlığa ve ıssızlığa iten bir şehir atmosferini en güçlü metafor olarak tutmaya gayret ettim.
Bunun dışında filmin seyirciyi içeri alması için sakin bir giriş koydum, radikal bir renk paleti seçtim ve duygusal tonu doğru müzikleri seçmeye çalıştım. Benim için “atmosfer” yaratma denemesi gibi bir iş oldu. Bunun dışında “aşk, yalnızlık, romantizm” gibi sokaklarda dolaşması sanırım “Kruvasan”ı sosyal konulara eğilen birçok kısa filmden ayırmakta.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Bence hiç bir şey getirmez ve hiç bir şey götürmez. Sorunuzu kısa film ve toplam sinema için cevaplıyorum. Sinema 120 yıllık, genç bir sanat. Teknoloji ile sıkı fıkı olması onu zaten en hızlı dönüşen, dönüşebilen sanat dalı yapıyor. Benzer dönüşümleri 1910’larda bir sirk eğlencesinde bir sanat dalına evrilirken yaşadı, 1920’lerde her şey oturmuşken sesin sinemaya dahil olması taşları tekrar oynattı. 1950’lerde televizyonun gelişi yeni bir krizdi, renkli filmin gelişi yeni bir durumdu, 2000’lerde internetin çıkışı yine birilerini mutsuz etti. Birileri battı, birileri çıktı…
Ancak değişmeyen şey iyi bir öykünün kodları diyebiliriz. Modalar, insanlar, çağlar değişse de insanlar öykü dinlemeyi seviyorlar. Eski Yunan’dan beri böyle. Zaten sinema da bu alandaki öncülüğünü tiyatro ve operadan çalmıştı. Yeni formlar bile çıksa öykü anlatım sanatındaki 3 perdeli yapı, çatışma, empati, doruk nokta gibi en kritik taşların yerinden oynayacağını sanmıyorum.
Sinemanın teknolojiyle değişebilir olmasını heyecan verici de buluyorum. Örneğin dijital platform yayıncılığının geleceğini en hızlı gören ve pozisyon alan Netflix şu an 100 yıllık film stüdyolarından daha güçlü bir hale gelebiliyor. Bence kimsenin yeri sağlam değil, olmamalı da, sinema da bir öyküyü iyi anlatmayı becerebilen herkese yer var diye düşünüyorum.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Bu en korktuğum soru. Çok film izleyen biri olarak aslında her filmi kendi kulvarında algılıyorum. Yani bir NBC filmiyle bir aksiyon filmini çok farklı beklentilerle izliyorum. Ancak adını anmaktan mutlu olacağım birçok yönetmen var. Sanat sineması tarafında Pasolini, Fellini beni çok etkilemiş yönetmenler. Yine “Star Wars” ve “Yüzüklerin Efendisi” serilerine bayılırım. Ama sanırım Tarantino benim için en özel yönetmen. Onun ıvır zıvır konuları alıp bir sanat şaheserine dönüştürmesi inanılmaz bir şey. Cohen Kardeşler’in aksak kara filmleri, Spielberg’in seyirciyle inanılmaz bir hızda empati kurabilme yeteneği… Çok yönetmen var, çok sevdiğim.
Türkiye’den NBC’yi çok başarılı bulurum. Onun her filminde çizgi üstü bir dil bulması, denemekten hiç çekinmemesi benim için onu çok değerli yapıyor. Yine yeni kuşaktan Tolga Karaçelik merak ettiğim yönetmenlerden biri. Çok sayıda isim var sayılabilecek. Ankara Film Festivali sırasında izlediğim Ayşe Polat, inanılmaz bir gerilim ustası, ilk kez izledim bir filmini.
Kısacıların birçok uzuncudan daha iyi film yaptıklarına yürekten inanıyorum. Festivallerde birbirine çok benzeyen uzunlar izlerken, çok başarılı kısacı arkadaşların var olduğuna şahit oldum. Çok daha düşük bütçelere çok güzel işler yapıyorlar. Sinemacıların ödül, festival, fon, seyirci korkularını bir yana bıraktıklarında çok daha başarılı olduklarını gözlüyorum. Umarım iyi yönetmenlerin daha iyi film çekebileceklerini, bunun da onlara daha fazla para kazandırabileceğini anlayan bir yapımcı kuşağı yetişir de Netflix’i Ayşe Polat’ın Atiye gibi bir diziyi daha iyi çekebileceğine ikna eder.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylersin?
Ülkedeki tüm kültür kurumları çok zor şartlarda bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Örneğin Ankara FF bile, 34 yıllık festival, bu yıl neredeyse yarışmacıları çağırmakta ve konaklatmakta bile zorlandı. Antalya ayrı bir durum zaten.
Kısa filmcilerin festivallerden beklentisi onlara saygı duyulması, yazılan maile dönülmesi, film seçkiye alındığında bir mail atılması, filmlerin gösterim kalitelerine dikkat edilmesi..vs. Çoğu zaman yapılabilecek basit şeylerin bile yapılmadığını görmek tüm kısacı arkadaşlarım gibi beni de üzüyor. Özellikle Anadolu’da yapılan “film festivalleri” aslında belediyelerden biraz para koparma operasyonu bence. Seçilen filmlerin yönetmenlerine bile haber verilmiyor, film Vimeo’dan indirilerek gösteriliyor, yönetmenler davet edilmezken, “onur konuğu”, “konuşmacı” adı altında bir sürü insan bizim filmlerimizin üzerinde tepiniyorlar. Yine ödül olarak açıklanan minnacık paraların ödenmemesi, geç ödenmesi, vergiye kesilmesi..vs. tonlarca usulsüzlük yapılıyor. Bu festivallerin kısa filmden ve bunları üreten yönetmenlerden çok belediye yetkililerine tanıştırılacak bir kaç “ünlü eskisi”, jüri yapılan bir kaç üzeri topraklı, adını bile kimsenin duymadığı yönetmen, oyuncu, akademisyen için yapıldığı fikrindeyim. Bu düşünceme tanıdığım tüm kısacıların da katılacağından eminim.
“Saygın” sayılabilecek festivallerde bile yarışmaya alınmış kısa filmcilerin herhangi bir konuk kadar önemleri olduğunu düşünmüyorum, katıldığımda da böyle bir şey hissetmiyorum kendi adıma. Yine festivallerde tanıştığım tüm kısacılar da benim gibi hissediyorlar, bunu kendi aramızda sürekli konuşuyoruz.
Çok olumsuz bir tablo çizdiğimin farkındayım ama bunlara rağmen ülkede her yıl 20-25 kadar teknik ve artistik anlamda iyi sayılabilecek kısa film üretiliyor. Bunların 8-10 kadarı da uluslararası piyasada yer alabilecek kalitedeler. Ancak ön jürilerin 20-25 yaşında aslında sinemadan çok da anlamayan insanlardan oluşturulması birçok festivalde zayıf seçkiler görmemize neden oluyor. Uluslararası potansiyeli olan filmler de bu şansı maddi yetersizliklerden dolayı kullanamıyorlar.
Kısacılar arasında, bir dayanışma ağının kurulması için bazı girişimler var, ama bu tür yapıları uzun süre yürütmek ve bir baskı unsuru olabilecek bir noktaya getirmek kolay değil. Ama bunu başarmamız gerekiyor.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Şu an yoğun biçimde “Tek Başına” isimli ilk uzun metrajımın post prodüksiyonu ile uğraşıyorum. Dağıtım aşaması sandığımızdan çok daha zor geçecek gibi görünüyor. Sektörden insanlara filmi izletmekte bile çok zorlanıyoruz. Ama ben filmi çok seviyorum, seyircinin de bir müzik-gençlik filmi olan bu öyküye tepki vereceğine inanıyorum. Tırmalamaya devam ediyoruz.
Bunun dışında daha önce yazdığım uzunlar ve kısalar var. Bunları finanse etmek için “Tek Başına”yı iyi pazarlamamız gerekiyor. Ben, yapımcım Zöhre Çelik, ödül – fon – festival sarmalına girmeden bu işleri başarmak niyetindeyiz. Festival sineması ve gişe sinemalarının bu denli ayrılması bence sinemamızın en büyük sorunu. Hayatlarını bu işe vermiş çok yetenekli yönetmenler reklam çekerek, evlerini AirBNB’ye vererek geçinmeye çalışırken, ana akımdaki çok sayıda vasat yönetmen proje batırmaya devam ediyorlar. Bir önceki soruya tekrar dönmek gibi olacak ama festivallerin bu konuda sektörün tümünü kapsayan ve buluşturan bir yapıya bürünmeleri gerekiyor. Yoksa sektörden olmayan iyi bağımsız yönetmenler Kültür Bakanlığı’nın veya Avrupa fonlarının arzuladığı sosyal mesajlı “taşra” işlerine mahkum kalıyorlar. Sonuç da kimseyi ne artistik ne de maddi olarak tatmin etmiyor. Bir yanda okyanus dururken “festival sineması” göletinde debeleniyoruz.
Ben kendi adıma bu ayrımı ortadan kaldırabilecek, hem temiz bir hikayesi olan hem de seyircinin rahat izleyip etkilenebileceği projeler üretmek istiyorum. Sanat ve gişe savaşı dünyada da yaşanıyor. Ama yine de Nolan, Scorsese, Spielberg ve birçok sinemacı iki alanda birden başarılı olabiliyor. Ülkemizde de böyle bir yönetmen – yapımcı kuşağını büyütmemiz gerektiği fikrindeyim. Ömrü bir kelebek kadar bile sürmeyen bir festival filmi daha çekmek mi veya kaba bir köy komedisi ile sinemayı tekrar bir sirk eğlencesi çağına götürmek mi? Hayır. Bir yolun daha olabileceğine inanıyorum.