Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Elbette, Ankara’da doğup Denizli’de büyüdüm. Bir yer’li olarak tanımlamıyorum kendimi. Dokuz Eylül Hukuk eğitimimden sonra Kadir Has Film ve Drama programında yapımcılık üzerine yüksek lisans dersleri aldım. Ortaokuldan itibaren aldığım sahne tozunun etkisinden olacak tiyatro ve oyunculuk ardından İstanbul’da setlerle de tanıştım. Sektörle ve kamera arkasıyla ilişkim sayesinde asıl tutkumun ve yeteneğimin “yapmak, ekip kurmak, yönetmek,” gibi daha yapımcılığa has özellikler üzerine olduğunu keşfettim. Bu noktada hukuk ve sözleşmelerle ilgili tecrübem de çok değerliydi. Sektörle de her zaman içli dışlı olmamın bir sonucu olarak ve sektör dinamiklerine dair bilgim sayesinde fikri mülkiyet alanında danışman olarak hukukla ilişkimi devam ettiriyorum. Ama en keyiflisi 2011 Saraybosna Talent Campus’le ve kısa filmlerle başlayan filmciliğe dair yolculuğumu da devam ettiriyorum.
Senin için belgeselin tanımı nedir?
Belgesel benim için herhangi bir verinin ya da önermenin görsel olarak dökümanate edilebilme şeklidir. Bu nedenle belgeseli sadece genel kabul gören gerçekliklerin anlatıldığı bir evrende kısıtlı kalmış bir tanımla ifade etmeyi tercih etmiyorum. Bireysel mücadelelerimiz, şahsi meselelerimizden doğan sübjektif önermelerimiz de belgesel anlatısında önemli bir yer ediniyor artık kendine. Ne de olsa evrende her birimizin yaşadıklarının karşıtlığı/benzerliği birçok başka yerde de mevcut.
Biraz “Bekleyiş”den ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
Bekleyiş, İstanbul’da yaşayan ve de bebeğini babasız doğurmak, büyütmek durumunda kalan bir annenin hikayesi. Benim hikayem ve esasen binlerce kadının benzer hikayesinden sadece bir tanesi. Sanılanın aksine “modern” bir toplumda yaşayan bizler de toplum içerisinde tek başımıza, bizden beklenildiği üzere her şeyin üstesinden gelebilmek için pek çok mücadele veriyoruz. En başta toplumsal tabular ve mahalle baskısı geliyor. Yani sanılanın aksine aslında sadece taşranın sorunu değil bunlar. Bu ülkede kadın olmanın getirdiği birçok farkındalığın olmadığı husustan sadece birisi bekar anne, tek ebeveynlik gerçeği.
Yönetmen olarak kişisel motivasyonum öncelikle bu hikayeyi bebeğime anlatmaktan ihtiyacımdan doğdu. Belki ufak yaşta değil ancak büyüdüğünde ona yaşadıklarımızı aktaracağım bir görsel günlük fikriyle başladım yola. Bu fikri uygulamaya koymakta katalizör olan ve de her aşamada desteğiyle yanımda olan yönetmen arkadaşım Banu Sıvacı’nın varlığı da bana güç verdi.
Sonra yola koyuldukça bu filmi benzer kadın hikayeleriyle, şahsi bir dille anlattığım ancak sadece kişisel hikayemle sınırlı kalmadığım ve de bu toplumda yaşayan her kadının da özdeşleşebileceği bir hikaye dili kurmak istedim. Bu nedenle filmin görsel evreninde erkek karaktere pek rastlamasak da erkeklerle ilgili diyaloglar üzerinden ilerleyen anlatılar erkek egemen bir toplumda sürekli eril hayaletlerle yaşadığımızın bir göstergesi bana sorarsanız.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme, belgesele ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Teknolojinin bir şeyler götüreceğini asla düşünmüyorum. Ama hayat şekil değiştiriyor, bizler değişiyoruz. Evrenin de bir hafızası var ve de değişim, gelişim kaçınılmaz.
35 milimetre maliyeti olmadan daha fazla çekim yapma imkanına sahip olan bizler ne çekmek istediğimizi bildiğimiz sürece bu avantaj neden bir dezavantaja dönüşsün misal? Yani her filmin kalitesinde iş yönetmenin motivasyonuna bağlanır bence.
Dolayısıyla bu durum kısa filmcilere, belgeselcilere ancak katkı sağlar. Benim uzun metraj belgeselimde de teknolojinin çok avantajını yaşadık. Kompakt kameramızın 4K çekebiliyor olması dolayısıyla kimse filme çekiliyorum diye bir hisse kapılmadan normal sohbetine devam edebildi ve biz istediğimiz doğallıkta, olanı mevcut kameraya yansıtabildik. Ve hatta bu kameramızın olmadığı ama aniden çekim ihtiyacımızın doğduğu anlarda imdadımıza yeni nesil telefonların koştuğu anlar dahi oldu. Telefonun azizliğine uğradığım ancak kurguda atmak istemediğim bir sahnem de var. Anneannemle çok özel bir paylaşım anımız. Kendisi artık hayatta değil, neyse ki bana ölümsüz bu hediyeyi verdi ve benim bu çekimi yapmama imkan tanıdı.
Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Belgesel hala çok geri planda kalıyor. Festivallerde adeta birkaç gösterim bize ayrılıyor. Halbuki izleyicide de bir karşılığı var artık bu filmlerin ve belgeselcilerin vizyon şansının da uzun metraja göre çok daha düşük olduğunu göz önüne alırsak çok daha fazla desteklenmesi gerekir diye düşünüyorum. Özellikle ülkemizde anlatılması gereken binlerce hikaye de varken…
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Gelecek planlarım arasında uzun metraj bir psikolojik korku filmi var. Çok farklı bir iş olacak şu ana kadar Türkiye’de yapılan korku sinemasıyla kıyaslayınca. Anne ve çocuk ana karakterlerimiz üzerinden yine göz ardı edilen dertleri olan bir film aslında. Ve tabi isteğim yine belgesellerle yola devam etmek. Kadın ve çocuk karakterlerin hikayelerini dile getirmek; onları duyulur kılmak hayalim.