“Beter olsun!” diyenler “Var, vah! Yazık oldu!” diyenler var!
Özellikle siyaset dünyasında birinin dibe vurduğu nokta ötekinin doruğu olabiliyor. Homo homini lupus vaziyetleri!
Ben ilk kitabı Babıali’ye Son Tren adı altında yayınlanan anılarımda dibe vurduğum anı ayrıntılarıyla anlattım. Aradan tarım yüzyıl geçmiş olsa da her saniyesini hatırlıyorum. Dışardan bakanlar benim ne kadar derinlere düşüp ayağa kalktığımı bile fark etmediler.
Herkesin uçurumlar farklıdır.
DİBE VURDUĞUM GÜN
Biraz bağlam vereyim. Çünkü bağlam olmayınca anlatı olmuyor, o zaman anlam da olmuyor.
1974-75 yıllarında TRT’de Genel Müdür İsmail Cem’in Televizyon Program Danışmanı olarak bir doruğu yaşamıştım. 33 yaşındaydım. Herkesin her şeyi seyretmeyi görev saydığı o masum yıllarda yaptığım kitap programıyla bayağı şöhret olmuştum. Daha sonra Cem’in çıkarttığı Politika Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olarak Babıali’ye geçmiştim. Türkiye’nin kreması, yazarları çizerleri sinemacıları dostumdu.
Ancak, Gladyo tasarımlı terör yükselmekteydi. He gün çevremizde yeni cinayetler işleniyordu. Üstelik iki çocuklu bir baba olarak işsiz kalmıştım.
Son çare olarak, doktoramı yaptığım ABD’de bir üniversitede bir yıllık konuk öğretim üyesi olarak iş buldum. Sevindim mi? Hayır, çünkü aklım fikrim Türkiye’deydi.
Gönüllü sürgünlük, ülkesine tutkun Türk aydınlarının yabancısı olan bir şey değildir. Demek ki sıra bana gelmişti.
Tanınmış bir siyasi iletişim araştırmacısı olan fakülte dekanı, işe alırken beni bir yıllık ucuz bir tıkaç olarak görüyor olmalıydı.
YOK SAYILMAK
Okul açıldıktan kısa bir süre sonra, İngiltere’nin Open University’sinden tanınmış bir profesörün fakülteyi ziyaret edeceği duyuruldu. Dekan tek tek odaları dolaşacak, onu fakülte mensuplarıyla tanıştıracaktı. Ben ziyaretçi hocanın makalelerini okumuştum. Kamu yayın kuruluşlarına bakışlarımız birbirine benziyordu. Ben TRT’ye nasıl bakıyorsam o da BBC’ye öyle bakıyordu.
Sonrasını kitaptan aynen aktarıyorum:
“Heyecanla tanışacağımız anı beklemeye başladım.
Ve o gün geldi. Dekan, konuğuyla birlikte makam odasından çıkıp bizim koridorda ilerledi, her odaya girip konuğu ile tanıştırdı. Koridora dönük tüm kapılar açıktı. Benden bir önceki odada ve tam karşıma düşen odada konuştuklarını, gülüştüklerini duydum, ayağa kalkıp beklemeye başladım.
Ama dekan benim odayı atladı, bir ötemdeki odaya geçtiler.
Yani benim odama boş muamelesi yaptılar.
Başka her odaya uğrayarak tanışma turunu tamamladılar.
Ayakta öylece dondum kaldım. Önce kıpırdayamadım, sonra yüzüme ateş bastı, göğsüme karanlık bir bulut indi. Ellerim titremeye başladı. Herkesin önünde yok yerine konmuştum.
Aşağılanmıştım.
Hemen kapıyı kapatıp ışığı söndürdüm. Başımı çalışma masamın altına vererek yere uzandım. Yaşlı gözlerimi kapattım. Yıldızlar uçuşuyordu. Vücudumu gevşettim, düzenli soluk alıp vermeye çalıştım.
Öyle en az yarım saat yattım. Memleketim Türkiye’yi, bizi bu hiç hesapta olmayan kentin bir gökdelenine getiren olayları düşündüm. Dostlarımı, İstanbul’u, Akıntı Burnu’nu…
Bir geçmişim vardı, bir mücadeleden çıkmıştım…
Ve bir geleceğim olacaktı!
Ayağa kalkıp, sıfır noktasından yukarıya doğru ilk adımını attım…”
ÜLKE DİBE VURUNCA
İyi ki atmışım. O gün tanıştırılmadığım profesör zamanla en iyi dostlarım arasına girdi. Akademik hayatımın en parlak dönemini yaşadım. Başka bir üniversitede çok daha iyi bir pozisyona transfer olduğumda, ilk gün beni tanıştırmaya değer bulmayan dekan, “Gitme!” diye yalvardı, bir ağlamadığı kaldı.
Dibe vurmak bazen iyidir. Hayatın sellerine kapılmış insana “Dur bakalım, ben ne yapıyorum?” demek fırsatını verir.
Bu, ülkeler için de öyledir… 31 Mart sonuçları son ekonomik ve sosyal krizle dibe vurmuş olan Türkiye için de öyle olabilir.
Olur demiyorum, olabilir diyorum. Yeter ki, onu ayağa kaldıracak hayalleri olsun!