Yerel demokrasi demokrasinin beşiği sayılır. Bu noktada yerel yönetimlere büyük görev düşüyor. Bu görevlerin içinde en önemli olanlardan biri de dil ve kültüre ilişkin olanlardır. Ancak katı merkeziyetçi, bürokratik ve otokratik rejimler çoğulculuk yerine demokrasi adı altında tekçiliği öne sürmekteler. Bu durum siyasetten ekonomiye her alanı etkiliyor. Devletlerin son yıllarda neo liberal politikalar sonucu ekonomiden el çekmesi sonucu sosyal ve demokratik anlayışları örseledi, yolsuzlukları ve yoksulluğu artırdı.
Fakat uyguladığı politikalar sonucu gelinen noktada neoliberal dalga da nihayet inandırıcılığını yitirmeye başladı. O yüzden küresel eşitsizlikleri, adaletsizlikleri gidermekten ziyade derinleştirmeye çalışıyor. Ancak neoliberalizm gerilerken, onun sadece bazı sonuçlarının sağdan eleştirisi anlamına gelen sağ popülizm Türkiye gibi orta gelir, demokrasi ve eğitim tuzağında debelenen ülkelerde güç kazanmaya başladı.
Sağ popülizm, yalnızca yandaşı olan “makbul yurttaşları” meşru gören kutuplaştırıcı tarzıyla maddi kaynakların adil dağıtılmamasını adeta doğallaştırdı, bu haliyle bir başka seçkincilik örneğini ortaya koydu.
Tarif ettiği sorunlara çözüm önerisi olarak gücün daha da merkezîleştirilmesini ve tek bir liderin elinde toplanması gibi çağdaş ülkelerin çoktan terk ettiği bir garabete sarıldı. Giderek dozu artan biçimde otoriterleşiyor. Ekonomiden dış politikaya hamaset ve baskı ile meşruiyet sağlamaya çalışıyor.
Baskı artıkça meşruiyeti azalıyor, meşruiyeti azaldıkça baskıyı artırıyor. Tam bir kısır döngü içinde. İktidar ve ortağı, dış düşman, iç düşman, beka söylemiyle yönetim krizini, ekonomi krizi ve demokrasi krizini perdelemeye çalışıyor. Ama artık mızrak çuvala sığmaz oldu.
Gücün merkezîleşmesinin, demokratik kazanımları geriletmekten ve ülkenin kaynaklarını küçük bir azınlığa peşkeş çekmekten öteye gidemediğini herkes görüyor. Bu durumunun yarattığı eşitsizlikler ve hukuksuzluklar siyasi baskı ve kültürel kutuplaştırmalarla perdelenmeyecek boyutlara ulaştı.
Bunu görmemekte ısrar edenler var ama gündüz gerçeğe gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar; gerçek ise orada durmaya devam eder.
Şimdi bu girişten sonra dilin ve kültürün önemi ve yerel yönetimlerin bu konudaki görevlerine bakalım.
“Kültürün maddi unsurlarını yaratan eldir, kültürün maddi olmayan unsurlarını yaratan ise dildir.”
Kültür, el ve dil
İnsan değerli bir varlıktır. İnsanın değeri özelliğinden kaynaklanır. İnsanın özelliği ise onu diğer canlılardan ayıran yanına dayanır. Bu yan akıl sahibi bir varlık olmasına dayanır. Ne var ki akıl salt kendi başına bir şey değildir. Çünkü kimse aklıyla duvara bir çivi bile çakamaz. Bunu yapabilmesi için organlara, araçlara ihtiyacı vardır. İşte burada insanı yapan, yaratan ve farklı kılan kültür devreye girer.
Kültür, insanın bütün yapıp ettiklerini, yarattıklarını kapsar. Bu anlamda kültürün maddi ve maddi olmayan unsurları vardır. Kültürün maddi unsurlarını yaratan eldir, kültürün maddi olmayan unsurlarını yaratan ise dildir.
İnsanoğlu son kertede kültür yaratan ve kütür tarafından inşa edilen bir varlıktır. Kültür ise insan tarafından yaratılan her şeydir. Zaten insanı pratik yaratımlar bakımından diğer canlılardan ayıran da kültürdür, diğer bir deyişle kültür yaratan bir varlık olmasıdır. Bu manada kültür aynı zamanda insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurdur.
İnsanı belirleyen ihtiyaçlarıdır
Şimdi bir parantez açarak insan ve ihtiyaçlarına bakalım. Canlıların yaşamlarının idamesi için başvurdukları ihtiyaçlar vardır. Konuyu insanın ihtiyaçları bakımından ele aldığımızda insanlarla hayvanlar arasındaki fark daha da net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Bilindiği üzere genel olarak insanın üç çeşit ihtiyacı vardır. Bunlar,
1) Doğal ve zorunlu ihtiyaçlar,
2) Doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlar,
3) Ne doğal ne de zorunlu olmayan ihtiyaçlar.
Şimdi bunlara kısaca yakından bakalım:
Doğal ve zorunlu ihtiyaçlar insanın yaşamını idame ettirmesi için hem doğal hem de zorunlu olan yeme içme, beslenme barınma gibi ihtiyaçları kapsar. İnsan bu ihtiyaçlarını karşılamadığı taktirde yaşamını sürdüremez.
İkinci önemli ihtiyaçlarından biri de doğal ama zorunlu olmayan ihtiyaçlardır. Bunlar doğaldır ama zorunlu değildirler. Yanı yapmadığımız taktirde ölmeyiz. Örneğin cinsellik bu türden bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç türü insanın ayrılmaz bir parçasıdır, doğasında vardır, doğaldır ama zorunlu değildir. Diğer bir deyişle cinselliği yaşamadığınız taktirde gene yaşamınızı idame edersiniz, ölmezsiniz.
Dikkat ederseniz bu iki ihtiyaç türü hayvanlarda da var. Buraya kadar insan ile hayvan arasında (ihtiyaçları bakımından) bir fark yok. Fark üçüncü ihtiyaç türünde ortaya çıkıyor o da ne doğal ne de zorunlu olmayan ihtiyaç türüdür.
İhtiyaçlar kuramında kültürün yeri
Ne doğal ne de zorunlu olamayan ihtiyaç türü kültür sanat gibi etkinlikleri kapsar. Bunları yapmadığı taktirde insan ölmez, ayrıca bunlar insanın ayrılmaz birer parçası de değiller, sadece bu alanlarda uğraş verenlerin yaratımları ile ortaya çıkarlar.
Ama ilk iki ihtiyaç türü öyle değil. Onlar bütün insanların doğasında vardırlar. Yaşamak ve çoğalmak için beslenmek, barınmak, bürünmek ve üremek zorundalar. Fakat üçüncü ihtiyaç türü için bunların hiçbiri geçerli değil. İnsanı farklı kalan ilk iki ihtiyaç türünü gerçekleştirmesi değildir (onları hayvanlar da gerçekleştiriyor), üçüncü olanıdır (yani bu çalışmanın konusunu oluşturan kültürdür).
“Etrafınıza bir bakın, gördüğümüz bütün maddi kültür öğeleri muhakkak bir elin ürünüdür”
Elin ve dilin mahareti
Bu noktada soru şudur: Peki insanın ayırıcı özelliği akıl ise ve akıl da salt başına duvara bile bir çivi bile çakamıyorsa o halde bunu nasıl yapacaktır ve kültürü nasıl yaratacaktır?
Aklın dışarıya iki uzantısı vardır, bu sayede kültürü gerçekleştirir. Bunlardan biri eldir, diğeri de dildir.
El maddi kültür öğelerini yaratır. Etrafınıza bir bakın, gördüğümüz bütün maddi kültür öğeleri muhakkak bir elin ürünüdür. Diyeceksiniz robotlar da var, robotlar da sonuçta bir el tarafından (şu ya da bu şekilde) üretilmiştir. O halde el eşittir insan demektir.
Tabi bir de maddi olmayan kültür öğeleri var. Onlar da dil tarafından üretilirler. Dile ve kültüre dair her şey bu kategoriye girer. İnsanoğlu dil sayesinde sesleri kalıplara dökerek kelime üretmiş, bu sayede aklını ve kültürü geliştirmiş, uygarlıklar yaratmış, yaratıklarını kuşaktan kuşağa aktarabilmiştir.
Diğer bir deyişle insanlık dil sayesinde gelişmiştir, uygarlıklar da, aktarımlar da… Sözgelimi tavuklar neden bir uygarlık yaratmamıştır? Çünkü tavuklar civcivlere hikayelerini anlatamazlar. İnsanoğlu ise hikayesini ve yaratımlarını çocuklarına anlatmış, aktarmış, onlar da kendi çocuklarına aktarmış, böylece insanlığın hikayesi devam edip gelmiştir.
Otuz bin sene önceki insanın durumunu düşünün, hayvanlarla ortak ve benzer yanları bugünkünden daha çoktu. Ama dili öğrenip konuşmaya başlayınca, bilgi sahibi oldu, bilgi ve birikimlerini aktarınca beyni gelişti, beyin geliştikçe yaratımları gelişip farklılaştı ve giderek hayvanlarla mesafeyi açtı. Bilgi ve deneyimlerin aktarımı zamanla aradaki farkı kat be kat arttırdı ve bugüne gelindi. Oysa herhangi bir hayvanın otuz bin yıl önceki dili ve konumu ne ise bugün de odur. Bir değişim ve gelişim olmadı. O günkü durumu ile bugünkü dili ve konumu arasında bir fark bir gelişme olmadı, aynı kaldı, çünkü aktarım olmadı, o yüzden o gün neyse bugün de aynıdır.
Demek ki insan için bütün bunlar el ve dile bağlı olarak gelişti. O halde insan son tahlilde el artı dildir dersek yanlış söylemiş olmayız. Çünkü kültürü yaratan el ve dildir. El ve dil sayesinde kültür sadece yaratılmakla kalmadı, aynı zamanda gelişti ve aktarıldı/aktarılıyor.
“Anadil insanın anasıyla eş değerdir ve insanın ak sütü gibi helaldir. Onu engellemek üstüne yasaklar koymak gayrı insanıdır. ”
Dilin önemi
Dilin ayrı bir önemi var. Dil insan demektir. O yüzden dil meselesi insani bir durumdur. Ne ki ve ne yazık ki böyle bir çağda bile diller yasaklanabiliyor, Türkiye’de yıllarca yaşandığı gibi. Oysa bir insanın dilini yasaklamak insanlığını yasamak demektir. Onun için dil meselesi sadece siyasi bir mesele değil, dil meselesi insanı ve vicdani bir meseledir diyoruz.
Dil deyince de anadil akla gelir. Her insan bir anneden doğarak dünyaya gelir ve ilk adımını annesi ile atar, ilk sözcükleri annesinden öğrenir. O yüzden anadil insanın anasıyla eş değerdir ve insanın ak sütü gibi helaldir. Onu engellemek üstüne yasaklar koymak gayrı insanıdır.
İnsan kendini gerçekleştiren bir varlık olarak eğitim görür. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki pedagojik olarak insan potansiyellerini en iyi anadili ile geliştirebilir ortaya çıkarabilir. Ana dilde eğitim öğretim, kültürel faaliyetleri geliştirmek için zorunludur. Bu bağlamda ana dil meselesi siyasi olmaktan ziyade insanı, vicdani bir durumdur ve aynı zamanda pedagojik gelişim için gerekli ve hatta zorunludur. Araştırmalar anadillerinden kopartılan, ya da ana dilleri yasaklanarak başka dillere zorlananların pedagojik gelişimlerinin sekteye uğradığını göstermiştir. Bu durum aynı zamanda insanın kendini geliştirmesine ket vuran insanın potansiyellerini gerçekleştirmesini engelleyen bir işleve sahiptir.
Anadil ve devlet
İnsanlar devletlerin içinde yaşarlar. Devletler yurttaşlarının ana dillerini kültürlerini özgürce kullanmaları geliştirmeleriyle mükelleftir. İnsanın ana dili, ismi üstünde insanın anasıdır. Eğer bir kişi anadilini bilmiyorsa öksüz demektir. İnsanın ana dili insanın gözü gibidir, eğer bir insan ana dilini bilmiyorsa kör bırakılmış demektir. İnsanın ana dili insanın kendisine şekil veren derisi gibidir, ana dili elinden alınmış kişi derisi yüzülmüş ucube bırakılmış demektir.
“Dilin yasaklanması bu nedenle sadece bir dil yasağı değil insanlığın yasaklanmasıdır”
Bir insan ana dilini bilir, diğer dilleri de öğrenir. Ana dil doğumla birlikte başlar, hatta bu konuda araştırma yapanalar anne karnında bu etkileşimin başladığını söylerler. Doğduktan sonra ilk kelimeler hafızasına kazılar sonra kelime dağarcığı oluşmaya başlar, giderek içindeki yaratımları dışarıya çıkarır.
Dilin yasaklanması bu nedenle sadece bir dil yasağı değil insanlığın yasaklanmasıdır. Bir devlette dil yasağı varsa orada demokrasiden bahsedilmez. Bu çağda bu bir utanç kaynağıdır. Tabi dilin yasak olmaması yetmez. Demokratik bir devlet aynı zamanda o dilin geliştirilmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesi (eğitimi) konusunda olanak sağlamalıdır. Çünkü demokratik bir devlet bu konuda gerekli altyapıyı sağlamakla mükelleftir. Çünkü tüm bunlar için vatandaşlar vergi ödüyor, o vergilerin kamu adına gene kamunun yararı için kullanılması elzemdir. Aksi taktirde eşitsizlikler doğar ve eşitsizliğin olduğu yerde toplumsal barış sağlanamaz ve toplumsal gönenç olmaz.
Bu nedenle bir ülkede birden çok resmi dil olabileceği gibi, tek bir resmi dilin olması durumunda bile diğer dillerin eğitimi sadece gerekli değil aynı zamanda zorunludur. Bir insan kendi ana dilini konuşur, geliştirir, bu durum diğer dilleri öğrenmesine konuşmasına engel değildir, bilakis bu bir zenginliktir. Ana dil nasıl ki insanın derisi ise diğer diller insanın giyip çıkardığı elbiseleri gibidir, ceketi, gömleği gibi.
Devletin rolü
İnsan dil ile bilim yapar, insan dil ile kültür yaratır, insan dil ile uygarlık yaratır. Peki o halde kim dili koruyup kollayacak, gelişmesine öncelik edecek. Elbette genel ve yerel otoriteler bu konuda görev sahibidirler.
Ne ki genel otoriteleri uhdelerinde bulunduran devletler sağ popülist politikalar uygulamakta ve bu düsturu çiğnemekteler. Tıpkı insan haklarına saygılı, onları koruması gereken devletin onları çiğnemesi gibi. Hukukun üstünlüğünü tesis etmekle mükellef olanların üstünlerin hukukunu uygulaması gibi.
Oysa dil olmazsa insan olmaz. İnsanların insanlık onuruna yakışır bir düzeyde yaşamalarını sağlamakla mükellef olan kamu otoriteleri bunu sağlamak yerine tam tersine bunu engellemekte her türlü hukuksuzluğa imza atmakta eşitsizlikleri körüklemektedir. Bu manada ne katılım adaleti ne bölüşüm adaleti ne de tanınma adaleti sağlanmaktadır.
Neoliberalizm ve adalet
Bugün neoliberalizm eşliğinde uygulanan sağ popülist politikalar sosyal ve hatta anayasal devleti ortadan kaldırmış durumda. Bu anlayış ne yazık ki her alanda adaletsizliği büyütüyor. 1980’lerde yükselişe geçen neoliberalizm, sosyal devlet anlayışına ve refah devletinin kazanımlarına büyük bir saldırı başlatmıştı.
Bu süreçte “sosyal güvenlik devleti” geriledi, onun yerine devletin iç ve dış güvenlik alanındaki rollerini ciddi ölçüde arttıran “milli güvenlik devleti” yükselişe geçti. Bu devlet tekçiliğe yöneldi. Her gün tek dil, tek devlet tek millet sloganları ile tekleştirme politikası yürütülüyor, insanlarımız otoriter rejimlerde olduğu gibi tek tipleştiriliyor. Devleti el geçiren iktidar başta Kürt dili ve kültürü olmak üzere birçok konuda yasaklara ve baskılara yöneldi. Bugün Türkiye’nin yaşadığı derin bunalım ekonomik krizle birlikte budur. Üstelik bu ekonomik krizin de baş nedenlerinden biridir.
Güvenlikçiliğin yükselişi, çoğu zaman kamucu politikaların gerileyişinin de bahanesi oldu. Birileri ele geçirdiği kamu hazinesine saldırırken olan biteni beka şalı ile perdelemeye çalışıyor. Son yıllarda giderek artan ölçüde kaynakların aktarıldığı bu alanda iktidar kendine göre “türedi bir zengin sınıfı” oluşturdu.
Bu durum sadece sermaye sınıfında değişikliğe yol açmakla kalmadı, devletin birçok alanda gelişme sağlamadan ekonomiden el çekmesi bölgeler arası dengesizlikleri daha da arttırdı. Buna karşın bazı yerel yönetimlerin kentsel, sosyal ve kültürel yapıya dair çalışmalarla sosyal devlet eksiğini giderme çabalarına savurganlığa alışmış iktidar cenahı karşı çıkıyor. Ne katılım, ne bölüşüm ne de tanınma adaletini tanıyor.
Bölüşüm, katılım ve tanınma adaleti
Bölüşüm adaleti; üretilen refahın adilce bölüşülmesini talep eder. Etkin ve hak temelli bir sosyal devleti inşa etme çabası bölüşüm adaletinin en önemli bileşenidir. Oysa bugün ne kalkınma tabana yayılabiliyor ne de ülkede üretilen katma değerden dezavantajlı gruplar faydalanabiliyor. Bütün kaynaklar bir avuç ayrıcalıklı yandaşa peşkeş çekiliyor.
Yaşadığımız ekonomik bunalımın bir nedeni bu güvenlikçi militarist politikalarla birlikte kamu kaynaklarının yağmalanır gibi dağıtılmasıdır. Devleti yönetenler, onu yönetilmesi gereken bir aygıt olarak değil, bölüşülmesi gereken bir ganimet gibi görüp ona göre davranıyorlar.
Katılım adaleti ise, demokratik kanalların daha da güçlendirilmesi ve toplumun özellikle kendi kaderini etkileyen bütçe yapımı gibi süreçlerde sahici bir etkisinin olabilmesini ima eder. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi de katılım adaleti bakımından yaşamsal öneme sahiptir. Bugün seçim yasaları siyasetin ve toplumun ihtiyacı için değil iktidardaki partilerin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaları için yapılıyor.
Yerel yönetimler yetki ve kaynak bakımından âdemi merkeziyetçi bir anlayışla güçlendirilmesi gerekirken tersine kayyum politikası ile halkın iradesi gasp ediliyor ve olan biten adalet duygularını zedeleyerek iki hukuklu bir yapıya yol açıyor.
Tanınma adaletine gelince, insanların doğuştan getirdikleri veya sonradan edindikleri kimliklerine saygıyı esas alır. Buna göre devlet her kimliğe eşit yakınlıkta durmalıdır.
Kamu otoriteleri, yurttaşlarını “makbul olanlar ve olmayanlar” şeklinde ayrıma tabi tutamazlar. Bu noktada kamu, farklı kimliklere “hoşgörü” değil “eşgörü” göstermeli, bunu da politikalarıyla yansıtabilmelidir. Bir dili egemen kılarken diğerlerini yok saymamalıdır. Kültürlerin gelişmesini korku kaynağı olarak lanse edip bastırmak yerine zenginlik olarak görüp gelişmelerine öncülük etmelidir.
Bu üç adalet, kamucu/halkçı politikaların temelini oluştururlar. Peki bunları kim sağlayacak? Elbette ki siyaset kurumu sağlayacaktır.
Yerel yönetimlerde dil ve kültürün yeri ve önemi
Bunları sağlamak bir lütuf değil siyasetin asli görevidir. Bir siyasi iktidarın bu bağlamda üç temel görevinden söz edilebilir:
1. Üretimi artırmak, (Levra yoksulluk paylaşılmaz zenginlik paylaşılır). Ne yazık ki sadece betona yatırım yapan bir iktidarla karşı karşıyayız. Tarım alanları, doğal, tarihi turistik alanlar rant uğruna tahrip edildi. Dereler kurutuldu, ormanlar kesilerek lüks AVM’lere fiyakalı binalara yer açıldı. Deprem toplanma alanlarının başına da bunlar geldi.
2. Üretilenin adil bölüşümünü sağlamak, kalkınmayı tabana yaymak. Birilerinin “hep bana hep bana” aç gözlülüğü gelir dağılımındaki uçurumu artırıp sosyal patlamalara yol açar. Günlük harcaması 1,3 milyon TL olan Sarayın bu harcaması 9 bin asgari ücretlinin toplam gelirinden fazla. Sarayın şatafatının aylık bedeli ise 600 milyon TL. Birden fazla maaş alan bürokratlar, kamunun kaynakları ile haksız biçimde büyümüş türedi zenginler bir yanda öte yanda akşam evine ekmek götüremeyen milyonlar var. Bu nasıl bir adalettir?
3. Üretimi artırmak ve bölüşümü sağlamak yetmez. Önemli olan siyaset kurumunun bütün bunları toplumsal barış ortamında gerçekleştirmesidir. Üretimi artırıp bölüşümü sağlasanız bile eğer her gün cenazeler gelmeye devam etse, bütün bunların bir anlamı kalmaz. O yüzden huzur ve güven önemlidir. Hepsinden önemlisi toplumsal barışın sağlanmasıdır.
Bu da yıllardır sağlanamıyor. Çünkü ülkede bir Kürt sorunu var, siyasi iktidarlar bu sorunu çözmek yerine çözüyormuş gibi yaparak ondan nemalanmaya çalışıyorlar. Bu sorunu çözmenin en önemli üç adımı, dil ve idare siyaseti ile birlikte yerel yönetimlerin demokratik özerk bir biçimde güçlendirilmesinden geçiyor.
Yerel yönetimler dil ve kültür
Çağdaş yerel yönetim güçlüdür, özerktir ve demokratiktir. Güçlülük kaynak üretmek ve yerel meclislerin vergi salmak dahil kaynak yaratmasından geçer. Demokratik olması katılımcılığı ifade eder. Özek olması ise vesayet altında olmaması demektir. O taktirde kültür ve dil meselelerinin çözümünde de büyük rol oynayabilirler.
Çağdaş yerel yönetim, kültürlerin gelişmesine önem verir kültürler arası dayanışmayı özendirir. Kültür bir yaşam biçimi olarak aynı zamanda ihtiyaçları karşılayıcı doyum sağlayıcı idealler ve idealleştirilmiş kurallar sistemidir. Bir anlamda, maddi ve manevi anlamda yaratılan tüm değerlerdir. Yerel yönetimler olarak kültürün sanattaki yansımaları yanında, “demokrasi kültürü”, “sorun çözme kültürü” gibi yaşamsal alanları dikkate almak ve bu alanlar içinde kültürel yapılara yönelmek gerekir.
Kırsal yaşamın büyük kentlere aktarılması sonucunda kentsel kültür olayı ülkemizde daha da önem kazanıyor. Birçok kentte kırsal alanda “göç ve kaçla” kentte gelmiş göçzedeler, olanaksızlıklar nedeniyle köylü olmaktan çıkmış ama “kentlileşmemiş”, arada kalarak, yabancılaşmanın girdabına itilmiştir.
Öte taraftan kentlerimiz yoğun göç alması nedeniyle zengin bir mozaiğe sahiptir. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı, Sünnisi, Alevisi, Hiristyanı ile çok farklı etnik kökenli ve farklı inanç gruplarını bünyesinde taşımaktadır. Bu yüzden bütün etnik gruplar ve inanç grupları kendi dillerini ve kültürlerini rahatça ifade edebileceği ve geliştirebilecekleri ortamlarda belediyelerin yönlendirmelerini ve desteğini yanında görmelidirler. Görev, her kültürün kendini ifade edebileceği, geliştirebileceği zemini oluşturmak, toplumun özgür bir parçası haline gelmesini sağlamak olmalıdır. Bu çerçevede, yerel yönetimler ve kamu yöneticileri yerel yönetimlerle ilgili düzenlemeler yaparken veya politikalar oluştururken Türkiye’nin de altında imzası bulunan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Antlaşması, Avrupa Kentli Haklar Sözleşmesi gibi uluslararası belgelerdeki temel kuralları göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu anlamda, dil okulları açmak, halk için okuma ve kütüphane salonları açmak; belediye tiyatrosu kurmak; sinema günleri ve festivaller düzenlemek; her türlü müzik etkinliklerini desteklemek, yapılan çalışmalara katkı sağlamak; halk müzeleri, sergi salonları, panayır yerleri, mezat salonları vb. yapmak yerel yönetimlerin görevleri arasındadır.
Hak ve görevlerin birlikte ele alınması
Çağdaş kent anlayışında hak ve görevler bir madalyonun iki yüzü gibidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Kentte yaşayan kentaşların görevlerini yerine getirmelerini istiyorsak onların kentsel haklarını vermeli ve bundan yararlanmaları için gerekli olanakları sağlamalıyız. Örneğin kentte yaşayan kentaşlara dillerini ve kültürlerini geliştirme imkanı vermezsek, iş, aş, eğitim, sağlık, konut temin etmezsek ve yeşil alanları olan, ulaşımı ve imarı düzgün bir kent sunamazsak (ki bunlar onların hakkıdır) onlardan vergilerini vermelerini, kenttin dokusuna karşı sorumlu davranmalarını, kentte sahip çıkmalarını nasıl bekleyebiliriz? Peki bu hakları kim sağlayacak? Elbette yerel yönetimler ve tabi bazı alanlarda merkezi idari de bu konuda üstüne düşen sorunlulukları yerine getirmeye mecburdur.
Bugün bu hakların tanınmaması sonucu her kette neredeyse iki kent meydana getirmiştir. Bir yandan evine ekmek götüremeyenlerin yaşadığı varoşlar, öbür yandan milyar dolarla satılan lüks daireler aynı kentte yer alıyor. Bu durum adalet duygularını zedelediği gibi sosyal barışı da tehdit etmektedir.
Toplumsal barışın sağlanması
Genelde olduğu gibi kentsel mekanlarda da toplumsal barış önemli bir konudur. Çünkü bütün kültürlerin, kesimlerin inanç gruplarının kardeşlik duyguları ile barış içinde bir arada yaşamalarının sağlanması konusunda yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir.
Bu bağlamda siyasetin üç önemli işlevi vardır: 1)Her türlü yatırım ve proje ile üretimi ve toplumsal refahı arttırmak. 2)Yapılan üretim ve yaratılan refahın adil bölüşümünü sağlamak. 3)Bütün bu işlerin ve işlemlerin toplumsal barış içinde gerçekleşmesini sağlamak.
Özetle sorunları çağdaş bir anlayışla çözerek, toplumsal barışın her alanda tesisini amaçlayan bir anlayış olmazsa olmazlardandır.
Sonuç itibariyle, halktan yana demokratik bir belediye, katılımcıdır, dürüst ve şeffaftır; etkinlik ve verimliliği esas alır; herkese eşit davranır; yönetimde ademi merkeziyetçidir; kültürlerin gelişmesini ve dayanışmasını önemser; toplu taşımacılıktan yanadır; halk sağlığına önem verir; çevrecidir; çarpık kentleşmeye karşıdır; toplu konut ve uydu kentlerden yanadır; uygulamalarında gençliğin ve kadınların yanındadır; bedensel özürlülerin ve yaşlıların sorunlarına sahip çıkar; kent yaşamında hak ve görevlerini birlikte ele alır; göçün getirdiği sorunları çağdaş bir anlayışla çözmeyi hedefler; toplumsal barıştan yanıdır.