Katıldığı festivallerde ilgi gören ve benim de kişisel olarak başarılı bulduğum -duygusunu, ruhunu ve hikaye anlatma becerisini çok beğendim- kısa filmlerden biri olan “İnsan Ne Zaman Ölür?”ün yönetmeni Ercan Selim Öngöz’le filmi üzerine konuştuk. İyi okumalar…
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
1976 yılında Trabzon’da doğmuşum. İlk, orta ve lise eğitimimi Trabzon’da tamamladıktan sonra Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesinden Bilgisayar Öğretmeni olarak mezun oldum(1999). Aynı yıl Giresun Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’ne atandım. Halen bu okulda Bilişim Teknolojileri Öğretmeni olarak görev yapmaktayım. 2006’da okulda kurduğumuz sinema kulübü ile film çalışmalarına başladık. 2013’ten itibaren de kendi film projelerimi gerçekleştiriyorum. “İnsan Ne Zaman Ölür” beşinci kısa filmim. Mühendislik alanına hep ilgi duydum. Bir şeyi üretmeyi düşünmek, onu tasarlamak ve en sonunda görünür hale getirmek bence çok üst ve tatmin edici bir duygu. Bir filmin yapım süreçleri de benzer bir mühendislik çalışmasını gerektiriyor. Sinemayla ilk bağı buradan kurdum sanıyorum. Üretme isteğim ve teknik konulara yatkınlığım bana film yapımında birçok avantaj sağlıyor, fakat film yapma nedenim bu değil elbette.
Senin için kısa filmin tanımı nedir?
Öncelikle süresinin ön plana çıkarılıp “Kısa film” ifadesiyle tanımlanıyor olmasını kısa filme yapılmış bir haksızlık olarak düşünüyorum. Kısa süre içerisinde, sinema kurallarına ve sanatına sadık kalarak, yönetmenin özgün yöntemler deneyebildiği, yönetmene derinlikli eserler üretme imkânı veren, başlı başına bir film türüdür. Kısa filmde, hikâyeyi daha kısa sürede anlatmak gerektiğinden, kısa film daha fazla birikime sahip olmayı, daha fazla düşünmeyi ve daha titiz bir çalışmayı gerektirir. Hakkıyla yapılması halinde kısa film, diğer filmlere göre daha zordur aslında. Şiir ile çok benzeştiğini düşünüyorum kısa filmin. Edebiyatta şiir nasıl bir yerdeyse sinemada da kısa film aynı yerde bana göre. Bazı hikâyeleri ancak kısa filmle anlatabilirsiniz. Onu çekiştirip zorlayıp uzun metraja dönüştürmek, hikâyeye ve o filmi izleyeceklere ihanet değilse bile haksızlıktır. Bir hikâye uzun metraj olması gerekiyorsa uzun metraj olmalı. Süre hedefi koyularak film yapılmaz. Yönetmenlerin kısa filmlerle başlayıp zamanla uzun metraja geçmesi elbette mantıklı ve doğal bir süreç. Bu, kısa filmin bir basamak veya staj aşaması olduğu anlamına gelmez. Dünya çapında ünlü yönetmenlerin zaman zaman kısa film çektiklerini de görüyoruz. Zaman artık çok daha değerli. İnsanlar uzun metraj bir filme 1,5-2 saat zaman ayırmak istemiyor ya da gerçekten o zamanı bulamıyor. Bu yüzden kısa filmlerin günümüzde daha avantajlı hale geldiğini ve gelecekte daha ön plana çıkacağını düşünüyorum.
Biraz “İnsan Ne Zaman Ölür?”den ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
Yaklaşık üç yıl önce, nerede okuduğumu tam hatırlamıyorum ama bir internet haberiydi galiba. Haber, yaşlı bir kadının yayladaki evinin önünde ölü bulunduğundan bahsediyordu. Kafamda kurduğum o resim aklımda kaldı. Zamanla o kadının hikâyesinin ne olabileceği, olayın öncesi ve sonrası hakkında tahminler yapmaya, bir yılın sonunda da düşündüklerimi yazmaya başladım. Böylece beşinci kısa filmim “İnsan Ne Zaman Ölür?” ün yapım süreci başlamış oldu. Önceki filmlerim gibi yine bir yalnızlık ve ölüm hikâyesi çıktı karşıma. (Belli ki bunlarla bir derdim var, ve bu geçmiyor) Ernest Hemingway’ın “Her insanın iki ölümü vardır. Biri öldüğünde, diğeri ismi son kez söylendiğinde.” sözündeki ikinci ölümü kendi hikâyemdeki unutulma ile eşleştirdim. Günümüzde unutulmanın yani ikinci ölümün, biyolojik ölümden daha önce olabileceği gerçeği ile karşılaştım. Bu filmle buna dikkat çekmek istedim. Filmlerimde sürreal ve deneysel anlatılar kullanmayı seviyorum. Filmlerimin aynı zamanda yapımcısı da olmam bana bu özgürlüğü ve cesareti veriyor. Bu sayede her filmimde yeni şeyler deneme fırsatı buluyorum. Bu filmde, cesedi otopsiye gitmiş, fiziksel olarak kendisini göremeyeceğimiz yaşlı bir kadının hikâyesini savcı ve muhtarın konuşmalarından dinliyoruz. Yaşlı kadını göremesek de filmin başkarakteri yine de o aslında. Dolayısıyla onun hikâyesini dinlerken, başkalarının yüzlerini göstermek yerine, ondan geriye kalan izleri göstermeyi daha gerçekçi buldum. Filmde diyaloglar akarken, olay yerinden öyküyü destekleyen veya tamamlayan detayları gösterdim. Böylece minimalizm temelinde deneyselliği de kullanan şiirsel bir anlatı oluşturmaya çalıştım. Filmin şu üç aylık süreçte davet edildiği festivaller, aldığı ödüller ve birebir aldığım değerlendirmeler bu dilin beğenildiğini ve doğru bir tercih olduğunu gösteriyor. Kendi özgün film dilini bulmak ve bununla fark edilebilir olmak her yönetmen için üst bir hedeftir. Bu filmimle bu hedefe biraz daha yaklaştığım kanısındayım.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Gelişen teknoloji, çekim ve post production aşamasında ihtiyaç duyulacak ekipmanlara daha kolay ve ekonomik ulaşılmasını sağlıyor. Bu durum öncelikle filmin teknik kalitesini yükseltirken, filmin içeriğine ve derinliğine de olumlu katkılar sunuyor. Hikayeyi ve senaryoyu oluştururken; elinizdeki mevcut imkânlarla, ulaşabileceğiniz teknik imkânları dikkate alıp, hayal gücünüzün sınırlarını ona göre genişletiyorsunuz. Bazen aklıma şu soru gelir: Tarkovski bugün bizim kolaylıkla ulaştığımız ve kullanabildiğimiz teknikleri kullanabilmiş olsaydı filmleri nasıl olurdu? Yine aynı şekilde “2001: A Space Odyssey” filmini Kubrick 1968 yılında o olağanüstülükle yaptıysa, bugünkü teknolojiyi kullanarak nasıl bir film çıkarırdı ortaya? Yeri gelmişken bir konuya daha temas etmek isterim; Yapay zekâ teknolojilerinin, günümüzde her alanda olduğu gibi sinema da kullanılmaya başlandığını duyuyoruz. Özellikle hikâye oluşturma ve senaryo aşamasında başarılı olduğu ve kullanılabileceği konuşuluyor. Ben bunu yanlış buluyorum. Bu şekilde üretilecek filmlerin tamamen endüstri ürünü duygusuz mekanik şeyler olacağını ve sanat değeri taşımayacağını düşünüyorum.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Sinemasını sevdiğim ve örnek aldığım yönetmenler çoğunlukla Avrupa kökenli. Krzysztof Kieslowski, Angelopulos, Haneke gibi. Rus sinemasından Aleksandr Sokurov, Andrey Zvyagintsev ilk aklıma gelenler. Sokurov’un “Mother and Son” filminde duyguyu oluşturmak için lensleri sıra dışı kullanıp görüntüyü bozması bana çok büyülü gelir. İran sinemasını da çok seviyorum. Kiyarüstemi filmleri çok değerli benim için. Yine Asgar Ferhadi’nin filmleri de. Ve son olarak keşke ben yapsaydım diyebileceğim veya tek amacım öyle bir film yapmak dediğim “The Turin Horse” ve yönetmeni Bela Tarr. Yerli yönetmenlerden Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinin güzelliği tescilli zaten. Özellikle kamera arkası görüntülerinden çok şey öğrendiğimi de söylemeliyim. Zeki Demirkubuz filmlerini çok derinlikli, bazılarını tekrar tekrar izlemeye değer buluyorum.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Onlarca kısa film festivaline ve yarışmasına katıldım. Aklımda kalan en ortak sorun salonlardaki kısa film izleyicilerinin az oluşuydu. Bunun arkasında pek çok neden var elbette. Bu nedenlerden ilki kısa filmlerin uzun filmler kadar iyi tanıtılmıyor oluşudur. Son katıldığım 33.Ankara Film Festivalinde kısa film gösterimlerinde biletler erkenden tükenmişti ve çok sayıda seyirci, büyük sayılabilecek salonlarda filmleri ayakta izlediler. Bu umut verici bir şey. Son yıllarda dernekler, özellikle belediyeler –herkes yapıyor, biz de yapalım- düşüncesiyle kısa film festivali veya yarışması düzenlemeye başladılar. Bunların pek çoğu, hiç bir tecrübesi olmayan bir ekiple yapılamaya çalışılıyor ve göz boyamaktan öteye de geçmiyor. Haliyle bu organizasyonlar devamlılık da arz etmiyor. Kısa filme gerçekten katkı sağlamaya çalışanlar kendini belli ediyor ve diğerleri arasından sıyrılıp adını duyurmayı başarıyor. Kısa filmcilerin yarışma ve festivallere katılırken seçici davranmaları gerektiğini düşünüyorum. Gösterimi yapılan kısa filme telif ödenmesi, proje aşamasındaki kısa filmlere yapım desteği verilmesi, yarışmada derece alan filmlerin iyi miktarlarla ödüllendirilmesi, ilk akla gelenler ve beklenenler olsa da; yönetmenleri ve yapımcıları buluşturup onların tanışmasını ve iletişim kurmasını sağlamak bence kısa filmin geleceği adına yapılabilecek en büyük çalışmadır.
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Gözlemlerimi, duyduklarımı, okuduklarımı, düşündüklerimi not aldığım bir ajandam var. İçerisinde -sayısını tam bilmiyorum- kısa ve uzun filme dönüşebilecek hikâyeler var. Bazısı henüz bir cümle. Aralıklı zamanlarda okuyup ekleme ve düzenlemeler yapıyorum. Gelişme süreci devam eden iki de uzun metraj film projem var. Bunun için zaman yıl hedefi koymadım kendime. Son filmim “İnsan Ne Zaman Ölür” ün devamı olan çekime hazır yeni bir kısa film projem var. (İnsan Toprağa Girer) Gelecek sonbaharda çekmeyi planlıyorum.
twitter.com/firatsayici