Şunun şurasında Türkiye’nin belki de önümüzdeki yüz yıllık dönem için kaderinin belirlenmesine yaklaşım bir ay kaldı. Hani kader kelimesini pek sevmemekle birlikte, olguyu ifade edecek daha iyi bir sözcük bulmakta güçlük çektiğim aşikar.
Değerli dostum, genel gerçekçiliği içinde biraz karamsar emekli büyükelçi Selim Kuneralp’in Serbestiyet’de yayınlanan son yazısını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Kuneralp 1789 Fransız devriminden başlayarak tarihi perspektif içinde hiçbir otoriter rejimin iktidarı kolay kolay teslim etmediğinin, bu devir teslim için demokrasinin tek başına yeterli olmadığının altını çizdikten sonra, bunun tek istisnasının 14 Mayıs 1950 seçimleri olduğunu öne sürüyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin de bu mucizenin tekrarı için umutlanıp umutlanamayacağımızı sorguluyor.
Benim naif kişiliğimi okurlarım bilir. Umutlarımızı yitirdiğimiz noktada yaşamanın ne anlamı var? Tek cümleyle ben ihtiyatlı bir iyimserlik içinde umutlarımı canlı tutuyorum.
Yine okurlarım hatırlayabilirler, yaklaşık bir buçuk yıldır iki ana konunun altını çizmeye çalışıyorum.
Birincisi Türkiye’nin temel sorununun “öngörülebilir ülke” olmaktan çıkması. İzlediği dış politika çizgisi başta olmak üzere, ne olduğu anlaşılamayan ekonomi politikaları yüzünden sermaye girişleri yerine, sermaye kaçışlarına neden olması…
Köşe yazısının tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.