Tıbbın büyüleyici tarihi, antik Yunan’ın derin bilgeliğine, Hipokrat’ın ölümsüz yeminine, hatta Asklepios’un asasına dayanır. Öyle ki bu asanın etrafında dolanan yılan, dönüşümün ve yenilenmenin simgesidir; hastalıktan sağlığa dönüşümün…
Şifa dağıtan elleri ve bilgece hafızalarıyla hekimler, insanlık tarihinde daima özel bir konuma sahip olmuştur. Hem hayat veren, hem de hayatın son demlerine eşlik eden…
Hekimlerin yaşamlarını adadıkları bu kutsal meslek, bilgi, beceri ve yüksek bir empati yeteneği gerektirir. Onlar, insanoğlunun en kırılgan anlarında, umut ve teselli kaynağıdır. Hekimlik, yalnızca bilimsel bir disiplin değil, aynı zamanda paha biçilemez bir insanlık hizmetidir.
Bu nedenle, hekimlerin mesleklerini icra ederken karşılaştıkları zorluklar ve mücadeleler, sadece bireysel ya da mesleki deneyimler değil, aynı zamanda toplumun sağlık anlayışı ve değerlerinin bir yansımasıdır.
Bu gerçekliğin, Tıp Bayramı’nın özü ve taşıdığı değerler üzerindeki etkisi mühimdir.
Tıp Bayramı, bir zamanlar mesleki başarıların ve tıbbi ilerlemelerin kutlandığı bir günken, ülkemizde artık, sağlık çalışanlarının yaşadığı sıkıntıların gölgesinde anılmaya mahkum kalıyor.
Tükenmişlik bir yandan, umutsuzluk diğer yandan…
Doktorlar, üç-beş sene öncesinin pandemi savaşçısı kahramanlarından; her gün artan iş yükü ve yetersiz maaşlar altında ezilen, hak etmedikleri muamelelere maruz kalan ve şiddetin gölgesinde hizmet vermeye çalışan savaş yorgunlarına geçiş yapmış durumda.
Daha da acı verici olan ise sahneyi terk eden yetenekli sağlık profesyonellerinin ardında bıraktığı doldurulamaz boşluk…
Onları yurt dışında daha insanca yaşam standartlarına, daha medenice muamelelere doğru yelken açtığı için kim suçlayabilir ki!?
Aslında, suçlanmışlardı.
Zamanında, ”Gidiyorlarsa gitsinler, buralar boş kalmaz merak etmeyin,” diyen Erdoğan’ın, ertesi yıl kamu spotu aracılığıyla hekimlere geri dönün çağrısında bulunması ve son olarak geçen hafta iftar buluşması kervanına doktorları da katması, zorunlu bir yumuşama politikasına işaret ediyor. İki yıl içinde “Giderlerse gitsinler”den iftar buluşmasına; eleştiri ve serzenişten bir itirafın işaretlerine… Durumun vehameti ve tehlike sinyallerinin, artık daha net bir şekilde anlaşıldığı görülüyor…
Zira söz konusu trajik göç dalgasının en kahredici neticesi artık Türkiye’deki tıp fakültelerinde eğitim verecek kalibrede hocaların tükenmek üzere olduğu gerçeğidir. Bir zamanlar dünya çapında saygınlık kazanmış akademik kadrolar hızlı bir biçimde eriyor. Çok değerli bilim insanları ya emekli oluyor, yahut da daha yeşil, ferah ve medeni diyarlara göç ediyor.
Bilimsel yeniliklerin ve tıp eğitiminin geleceğinin inşası için gerekli olan nitelikli hocaların, mentorların eksikliği, genç nesillerin bu kutsal mesleğe olan inancını ve hevesini de sarsıyor.
Eğitimli, donanımlı, tecrübeli doktorların giderek azalması, sağlık sisteminin omurgasında endişe verici bir aşınmaya neden oluyor. Ülke, Suriyeli doktorlar gibi alternatif çözümlere yönelmeye başlıyor! Sistemdeki bu hızlı değişim, sağlık hizmetlerinin standartları üzerine ciddi soru işaretleri yaratıyor.
Tıpta, sağlıkta, doktorluk mesleğinin temel taşlarından biri, kuşkusuz usta-çırak ilişkisidir. Mesleğin inceliklerini, sadece kitaplardan değil, tecrübeli “ustaların” yanında, onların bilgi ve deneyimlerini gözlemleyerek, pratik yaparak öğrenmek, doktorların yetişmesinde yadsınamaz bir öneme sahiptir. Bu geleneksel eğitim modeli, tıp eğitiminin yarısını oluştururken, geri kalan yarısı teorik bilgilerle tamamlanır.
İnsanlar da eskisi gibi usta-çırak ilişkisiyle yetişen, tecrübe ve bilgi birikimi yüksek tabipler arıyor. Ancak tıp eğitiminin kalitesindeki düşüş buna izin vermiyor ve usta-çırak dinamiği giderek zayıflıyor.
Tıp fakültelerindeki niceliksel artışın aksine, nitelikli tıp eğitimi günbegün yok oluyor. Yeni tıp fakültelerinin kurulması, genellikle altyapı ve öğretim kadrosu tamamlanmadan, aceleyle gerçekleşiyor.
Dahası, bu fakültelere bile yerleşemeyen bazı öğrenciler, son çare olarak yurt dışında; Türki Cumhuriyetler’de, Sırbistan, Karadağ, hatta Afrika gibi coğrafyalarda, niteliği ve yeterliliği son derece tartışılır fakültelere kayıt yaptırıyor. Daha sonra bir şekilde yollarını bulup Türkiye’deki en iyi tıp fakültelerine dönüyor ve doktorluk unvanına sahip olarak “insan hayatını” emanet alıyorlar.
Bu durum, tıp eğitimi için en zeki ve parlak öğrencilerin seçilmesi gerektiği idealine ters düşerken, hak etmeden bu yolu bulan öğrencilerin varlığı, eğitim sisteminin ve mesleki standartların altını oyuyor.
Bu durum, doktorluğun prestijini ve mesleki standartlarını tehdit eden ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu döngü, sadece tıp eğitimindeki düşüşü değil, aynı zamanda sağlık sektöründeki kalite ve güvenilirlik krizini de derinleştiriyor.
Neticede enjeksiyon yapmayı, damar yolu açmayı bilmeyen doktorlar hakkında yapılan şikayetleri, yedi düvel dinleyip duruyor. Yabancı doktorların ve düşük eğitim kalitesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayati sorunlar hastaları zaman zaman “kurban” durumuna düşürüyor.
Sağlık çalışanlarının karşı karşıya olduğu sorunların bir diğeri de performansa dayalı ödeme sistemidir. Bu sistem, teoride verimliliği ve hasta memnuniyetini artırmayı hedeflese de, pratikte sağlıkpersonelinin üzerinde ağır bir yük oluşturmakta ve nitelikli sağlık hizmetinin önündeki en büyük engellerden biri haline gelmektedir.
Performans sistemine göre değerlendirilen doktorlar ve sağlık çalışanları, daha fazla hasta görmeye teşvik edilirken, bu durum hem çalışanların tükenmişlik sendromu yaşamasına yol açmakta hem de hastalara ayrılan sürenin azalmasına neden olmaktadır. Adeta “skor peşinde” koşmaları beklenen hekimler, bu sistemin baskısı altında gerçek anlamda hekimliklerini icra edememekte, hastaya gereken özeni gösterme ve kaliteli bakım sunma konusunda ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır.
Ayrıca, bu durum, hatalı teşhis ve tedavi riskini artırarak, hasta güvenliğini ciddi manada tehlikeye atmaktadır!
Bu sistem, sağlık sektöründe derinleşen sorunlar arasına girerek hem çalışanların hem de hastaların mağduriyetine neden olmakta, sağlık hizmetinin temel prensiplerinden biri olan “hasta odaklı bakım” anlayışını zedelemektedir.
Sistem, hekimlerimizin giderek değersizleştirilmesine yol açmaktadır. Artan şiddet vakaları, kötü muameleler, mesleğe duyulan saygının azalması da hekimlerimizin itibarını ciddi şekilde sarsmaktadır.
Öyle ki, sokak röportajlarında dahi “Artık biz doktor dövdürüyoruz..” gibi vahim ifadelerle karşılaşabiliyoruz.
Bu türden fütursuz söylemlere karşı Sağlık Bakanlığı’nın etkin adımlar atmaktan uzak duruşu, hekimlerin saygınlığının erozyona uğramasına sessiz bir onay gibi görünüyor. Bir nevi, itibarlarının sarsılmasına bilinçsizce zemin hazırlıyor.
Hekimler, mesleklerini stres, korku ve kaygı içerisinde icra etmek zorunda kalıyorlar. Hastaların ölümü, işin doğası gereği, onların en büyük korkularından birini teşkil ediyor. Bunun üzerine bir de ölümlü vakalarda hasta yakınlarının doktorlara karşı düşmanlık ve husumet beslemesi, bu zorluğu katbekat artırıyor. Özellikle cerrahlar, cerrahi operasyonların doğası gereği büyük stres altında çalışıyor ve bu durum, hastalar için de risk oluşturuyor…
Ayrıca belki bir yanlış anlaşılma veya küçük bir hatadan dolayı CİMER gibi kurumlara şikayet edilmeleri, onların iş yükünü daha da ağırlaştırıyor. Bu durum, Sağlık Bakanlığı tarafından yeterli koruma ve destek sağlanmadığında, hekimlerin hem mesleki hem de kişisel olarak büyük bir baskı altında kalmasına neden oluyor.
Büyük tazminat davaları, mesleklerini güven içinde yapmalarını engellerken, yeterli koruma ve güvencelerin olmaması, meslekten ihraç gibi sonuçlarla karşı karşıya kalma riskini beraberinde getiriyor.
Tüm bunların dışında, hastane idaresi ile hekimler arasında varolan birtakım gerginlikler de ne yazık ki doktorların ülkeyi terk etme nedenleri arasında yer alıyor. Politik ayrımcılık, hastane yönetimlerinin yanlı tutumları ve bunun yarattığı baskı gibi unsurlar, sağlık çalışanlarının mesleki yaşamlarında karşılaştıkları zorlukları katmerliyor ve birçok kişiyi daha iyi koşullar arayışına itiyor.
Doktorlar, insan hayatını merkeze alan, riskli ve zor bir uğraş içindeler. Şifa dağıtıyorlar… Dolayısıyla daima en yüksek saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar. Toplumumuzun sağlığını emanet ettiğimiz, bizim için baş tacı olması gereken bu değerli meslek grubuna yönelik bu tür adaletsizlikler, mesleğin saygınlığının ve toplum nezdindeki değerinin aşındırılmasına kapı aralıyor.
Sağlık alanında tüm bu derin ve yaralayıcı sorunlar varlığını sürdürürken öte yanda devasa şehir hastaneleri inşa ediliyor…
Ancak bu yapıların içinde yeterli sayıda ve yetkinlikte sağlık personelinin bulunmaması ironik bir durum yaratıyor.
Alışveriş merkezi binaları gibi tasarlanan bu hastanelerde bir uçtan bir uca gitmek bile meşakkatli bir yolculuk…
Genellikle şehrin dış çeperlerine, ulaşımın zor olduğu bölgelere kurulan şehir hastaneleri, adeta ticarethanelere dönüşmüş durumda. Bu devasa yapıların içinde, müteahhitlikten bina yönetimine, yemek işletmelerinden bakım-onarım hizmetlerine kadar geniş bir ticari ağ örülürken, asıl önemli olan sağlık hizmetlerinin kalitesi göz ardı ediliyor.
Sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi, sağlık kurumlarının taşeronlaştırılması, temel sağlık ilkeleriyle çelişen bir durum oluşturuyor.
Sağlık, süreklilik ve birikim gerektiren bir alandır ve taşeron sistemi, bu iki kritik unsuru tehlikeye atar. Her sözleşme döneminde değişen personel ve yönetim, sağlık hizmetlerinin kalitesinde ve sürdürülebilirliğinde ciddi sorunlara yol açabilir.
Eğer orası bir devlet kurumuysa, oradaki tüm hizmet sağlayıcılar da devlete bağlı asli unsurlar olmalı.
Yeni inşa edilen taşeronlaştırılmış şehir hastanelerinin (tıpkı günümüzün taşeronlaştırılmış devlet hastaneleri gibi) fiziki büyüklüğü ve estetik çekiciliği, sağlık hizmetlerinin kalitesi ve erişilebilirliği konusunda yaşanan sorunları perdelemeye çalışsa da, bu yalnızca yüzeydeki bir parıltıdır. Sağlık hizmetlerinin gerçek kalitesi, alt yapıdan çok, hizmetin sürekliliğini, kalitesini ve bütünlüğünü sağlayacak kadroların varlığıyla ölçülür.
Sağlıkta taşeronlaştırma ve müteahhitlik uygulamalarına son verilmesi, hizmetin bütünlüğünü ve sürekliliğini korumak için hayati öneme sahiptir.
Bir sağlık kurumunun her noktası, noksansız ve hatasız bir şekilde işlemek zorundadır. Bu da ancak uzun süreli bir hafıza, alışkanlıklar, bilgi paylaşımı ve kadroların uyumlu çalışmasıyla mümkün olabilir.
Gerçekten önemli olan, insan hayatını kurtarmak ve iyileştirmek üzere bu yapıların içini doldurabilecek donanımlı ve nitelikli sağlık çalışanları ile kaliteli sağlık hizmetleridir.
İşte bu nedenle, Tıp Bayramı’nda, sağlık çalışanlarımıza duyduğumuz minnetin ötesine geçerek, onların maruz kaldığı acımasız gerçeklikleri ve bu kutsal mesleğin ülkemizdeki geleceğine dair meşru endişeleri seslendirmek sadece bir saygı gösterisi değil, aynı zamanda artık hayati bir görev haline gelmiştir.
Eğer sağlık sektöründeki mevcut negatif eğilimler aynı şekilde sürüp giderse, gelecekteki Tıp Bayramları yalnızca “daha iyi günlerin hatırası” olarak kutlanabilecek.
Sadık ÇELİK
[email protected]