Öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?
Nuray Kayacan Sünbül 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Uludağ Üniversitesi sosyoloji bölümünden mezun oldu. Senaryo eğitimi aldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü desteği alan “Yerel TV” ve “Hasırın Kokusu (Kopakta Bir Rüya)” belgesellerinde yardımcı yönetmenlik yaptı. 2018’de yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği “Ardında Kalanlar” belgeseli yurtiçi ve yurtdışında pek çok festivalde yer aldı, ödüller aldı. “İçtima”, “Merhamet/ Umutsuzluğa Yolculuk”, “Kan ve Ter/ Bir Şampiyonluk Hikayesi”, “Ya Sonra”, “Ukte” belgesellerini çekti. Halen TRT İç Yapımlar Dairesi Başkanlığı’nda yapımcı ve yönetmen olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk annesidir.
Biyografiden bağımsız olarak siz kendinizi nasıl tanımlarsınız derseniz: İşkolik görülüyorum, öyle söylüyorlar genelde. Ama ben öyle olduğumu düşünmüyorum yani var da çok fazla değil. Bir şeyler yapmalıyım, üretmeliyim vaktim ve sağlığım yerinde iken, böyle düşünüyorum. Bunun başlıca nedeni bence 28 Şubat sürecinde başörtüm nedeniyle okuldan atılmam. 13 sene okulumu bitiremedim, çalışamadım en verimli yıllarımız dört duvar arasında geçti. Şimdi yine yasaklı hale geleceğiz, çalışmamıza, üretmemize izin verilmeyecek hissi var. İmkan varken yapabildiğim kadar çalışmak, üretmek, işe yarar bir şeyler yapmak istiyorum, hepsi bu…
Sizin için belgeselin tanımı nedir?
Sinemada amaç gerçekliğe yaklaşmaktır. Gerçekliğe yaklaştığımız ölçüde başarılı olur film. Belgeselde ise zaten bir gerçekliğin içindesinizdir. Onu anlamak, doğru aktarmak, işte yönetmenin kabiliyeti burada belli olur. Kurgu olan gerçekliğe yaklaşmaktansa, var olan gerçekliği doğru yansıtabilmek; tercihim bu. Bu noktada sosyoloji eğitimi almış olmam bana büyük fayda sağlıyor. Belgeselde zor olan doğru yerde durmak, doğru yerden bakabilmek olguya… Bu zorluk bana müthiş keyif veriyor. O dünyayı anlamak, algılamak ve doğru aktarmak zorundasınız. Film bittiğinde seyircinin bakışlarında o etkiyi, hissiyatı görmek yapabildim dedirtiyor.
Biraz İçtima’dan ve onu çekme nedenlerinizden bahseder misiniz?
1967’den beri Bangladeş’te her yıl düzenlendiğini, milyonlarca Müslümanın dünyanın her yerinden akın akın oraya geldiğini öğrendim, çok ilgimi çekti. Hiç belgeseli yoktu, kimse bilmiyordu. Bilinsin, görünsün, bu insanlar neden toplanıyor, anlaşılsın istedim. Çünkü bu bir anlamda zülüm gören insanların, mazlum coğrafyaların, mustazafların ortak diliydi. Duyulması gerekiyordu, duyurmak istedim. 16 günde çektik, bulduğumuz karakterler korktuğu için ses kayıt cihazları üzerlerinde kaçtılar. Onların kamp alanlarından çıkması, çalışıp para kazanmaları yasak, bizim kamplara girmemiz yasak. Bir şekilde ormanlık araziden gizlice kamp alanlarına girip oradaki çekimleri tamamladık. Karakterlerimizi oradan kaçırdık. Drone çekimleri ülke genelinde yasak, orada büyük bir risk aldık. Çünkü drone olmadan o kalabalığı göstermemiz imkansızdı. En büyük avantajımız Bangladeş Hükümeti’nin değil belki ama halkının bize aşırı sevmesiydi. Çok yardımcı oldular, tıkandığımız noktalarda elimizden tuttular, her kapıyı açtılar. Danışman, kameraman soyuldu, ekipten iki kişi zehirlendi. Epey zorlu geçti süreç. Döndükten sonra post prodüksiyon aşaması oldukça güçtü. Anlaşılmayan dil ve lehçelerde konuşuyorlardı, çevirmen bulmakta epey zorlandık. En son Arakanlı üniversite öğrencileri bulduk; birbirlerine teyit ettirerek öyle çevirisini tamamladık. Tabi elimizde çok farklı konular, farklı işlenebilecek malzemeler vardı. İçtima’yı oluşturana kadar bayağı bir değiştirdim kurgusunu. Arakan görüntülerini kullanmak istiyordum ama konu İçtima’dan sapıyordu. Sonunda onu ayrı bir belgesel yapmaya karar verdim. “Merhamet” belgesini yaptım. Onun da festival süreci gayet iyi geçiyor, ödüller alıyor. En son Avustralya’da “en iyi uzun metraj belgeseli” ödülünü aldı. “İçtima” da Almanya’da en iyi belgesel ödülünü aldı.
Sizce hızla gelişen teknolojinin belgesele ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Teknoloji her alanda olduğu gibi film sektöründe de çoğu adımı kolaylaştırdı ve hatta imkansızı dahi mümkün kıldı. Hayal ettiğinizi beyaz perdeye aktarabilmeniz çok daha olası ve çok büyük bütçeler gerektirmiyor. Zaman ve bütçe tasarrufu sağlıyor bu. Tabii olumsuz yanları da yadsınamaz. İnternet sayesinde dünyanın herhangi bir yerine ulaşmanız, tarihi bilgileri elde etmeniz mümkün ama bilgi kirliliği de had safhada. Özellikle arşiv belgeselciliği yapıyorsanız bu dezenformasyon sizi yanıltabilir. Biraz septik yaklaşmakta fayda var. Ama artısı eksisiyle mukayese dahi edilmez, o da aşikar.
Örnek aldığınız, sinemasını sevdiğiniz, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Tarkovski, Bergman, Abbas Kiyarüstemi, Mecit Mecidi, Krzysztof Kieślowski, Teodoros Angelopulos, Bela Tarr, Michael Haneke, Metin Erksan en sevdiğim yönetmenler. Daha yakın dönemde de başarılı filmler ve yönetmenler var sevdiğim. Sadece ilk aklıma gelen birkaçını sayabilirim ama çok daha fazlası var. Zaza Urushadze, Andrey Zvyagintsev, Ashgar Farhadi, Narges Abyar, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu. Dediğim gibi çok iyi filmler var.
Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Türkiye’deki film festivalleri ve belgeselcilere yaklaşımları konusu çok su kaldırır diyebilirim. Çok büyük festivallerde dahi ayrı kategori açmayıp uzun metraj filmlerle yarıştırılıyor. Bu bir anlamda yarıştırmamak aslında. Şansı olmadığı bir alana koymak, yok saymakla aynı hükümde. Aynı şekilde kısa filmler de çok önemsenmiyor; hak ettikleri değeri görmüyor diye düşünüyorum. Sonuç olarak az bir emek yok belgesel çekmekte, özellikle tarz olarak sinema filmi ile birbirine yaklaştığı şu dönemde hiç de kolay değil. Ki çok ufak bütçelerle yapılıyor bu işler. Her mecrada yer bulamıyorsunuz, her festival belgesel kabul etmiyor ya da süre kısıtlamaları oluyor, başvuramıyorsunuz. Daha da önemli mevzu jüri üyelerinin objektif yaklaşamaması ve kulis yapmaları konusu. Çoğu festival filmleri sinematografik olarak değil, ideolojik olarak değerlendiriyor. Arkadaş tanış dayanışması, sanata da sirayet etmiş durumda ne yazık ki. Emekler hiçe sayılabiliyor. Dediğim gibi çok su kaldırır, mevzu uzun.