Şubat ayıydı; kışın ortasıydı; Ankara kara gömülüydü. Atatürk’ün ruh hali bezgindi…
Devletin çarkları doğal akışıyla ilerliyordu. Ama bazı yörelerden gelen mektuplar canını sıkıyordu. Kırşehir’deki öğretmenlerden gelen bir mektup canını sıkmıştı. Öğretmenler Özel İdareden maaşlarını alamadıklarını yazmıştı…
Kar lapa lapa yağmayı sürdürüyordu. Aralarında gazeteci milletvekili Falih Rıfkı Atay’nda bulunduğu arkadaşlarıyla sohbet ederken bir an sessizliğe büründü ve ardından oturduğu koltuktan hışımla ayağa kalktı:
– Çocuklar, bir iki günlük eşya alınız. Bir dolaşmaya çıkalım, dedi.
Nereye gidileceğini belli değildi ama yaverine verdiği emirlerden karadan bir yolculuk olacağı tahmin ediliyordu.
O aralar Ankara yakınlarına bile güç bela gidip geliniyordu; Türkiye ekonomisi henüz gelişmemişti. Ankara’ya bağlı taşra köylerine ulaşmak hele hele karlı havalarda ulaşmak tam anlamıyla cesaret isterdi…
Kağnı devriydi. Ülkeyi idare edenlerin garip halleri vardı.
Sivas valisi şose bir yol yapmış, kağnıya yasaklamıştı. Köylüler hemen tepki koymuş, “Aman vali bey, kağnımızı yasak etme, biz senin yolundan gitmeyiz, diye yalvarmışlardı…
Bir vali istasyonla kasaba arasında bir yol açmış, Ankara’dan bakanlar ya da milletvekilleri gelince kurdelasını çözmüş, onlar gidince kullanılıp bozulmasın diye yolu tekrar kapatmıştı…
***
Bata çıka Bala’ya kadar geldiler. Atatürk daha ileriye gitmek istiyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya:
– Gidemezsiniz! dedi.
Birden bezginliği üstünden gitti. Demek gidemezdi. Demek Ankara’nın beyaz hapsi içinde eli ayağı bağlı idi:
– Siz vekilsiniz. Zati buradan ayrılamazsınız. Biz gideriz, dedi.
Ankara-Kırşehir arası 200 kilometreydi.
Yola çıkarken ani çıkış olduğundan yanlarında sadece birer çanta vardı. Atatürk arkadaşlarından giysileri kalın olmayanlara kendi paltosunu vermişti…
Falih Rıfkı Atay ve Ruşen Eşref Ünaydın aynı arabada yol alıyordu. Bala’ya varıldığında gece yarısı olmuştu.
Yaver jandarma komutanını uyandırmaya gitti. Adamcağız yarı çıplak pencereden baktı. “Atatürk geldi, çıkıp da bir yer hazırlatsanız…” deyince güldü, “Atatürk’ün bu kara kış gecesinde Bala’da ne işi var? Olsa olsa bunlar birkaç yolcudur. Bir bahane bulmuşlar.” diye düşündü, perdesini kapayıp tekrar yatmaya gitti.
Komutan güç bela inandırıldı. Atatürk’ü karşısında görünce hayrete kapıldı…
Arkadaşlarının dediği doğruydu. Oradan ileriye gitmenin imkanı yoktu, geri dönülse sabaha karşı Ankara’ya varılabilirdi.
Bir müddet uyudular, sabaha karşı gün ışımaya başlarken yaver “Yola devam ediyoruz” diyerek herkesi uyandırdı.
– Nereye gideceğiz?
– Atatürk’ü takip edeceksiniz.
İstikamet Kırşehir’di. Güçlükle yol alıyorlardı. Atatürk arada bir arabasını durduruyor geride kalanın olup olmadığını kontrol ediyordu…
Bir ara şosenin karlı bölgesinde bir bataklıktan şüphelenildi. En önde giden Atatürk’ün arabası diğerlerinden ağırdı. Hafif arabalardan biri geçmeyi denerken kara saplandı…
Atatürk arabası ile yan sırta doğru bir kıvrılış yaptı, ham toprağın çamurunu uyandırmadan batağın öbür tarafına geçti. Öteki arabalar da peşinden yol aldı.
Ruşen Eşref ve Falih Rıfkı beyin arabaları saplandığı yerde kalmıştı. Atatürk ve diğerleri yola devam ederken geride kalanlar için köy girişinde bir yedek araba hazırlattırdılar.
Falih ve Ruşen Bey köyün girişinde bulunan içinde birkaç muhafız askerin bulunduğu kamyonete ulaşmayı başardı.
Falih Bey şoförün yanına oturdu. Ruşen Bey arabanın içine bağdaş oturdu. Altı eşya ile doluydu:
– Ne var bu örtünün altında? diye sordu. Askerler:
– El bombası efendim, dediler.
Endişeleri korkuya dönüştü. Yolculuk öylece sürdü. Atatürk’e yetişmek zorundaydılar. Akşam geceye döndü hava tipiye çaldı şoför:
– Önümü görmüyorum, demeye başladı.
Yağış gittikçe arttığı için izler kayboluyordu. Şiddeti dinmiyordu. Durmadan camları silerek, gece vakti, bir hendeğe yuvarlanmamaya çalışıyorlardı. Epeyce uğraştılar ve nihayet sis pus içinde Kırşehir’in soluk ışıkları göründü.
Atatürk valinin evine inmiş ve ağır arabası tam konağın girişinde çamura saplanmıştı.
Vali ile sohbet etti, maaşların neden ödenmediğini sordu; hava şartları sebep gösterildi. Vali yola çıkılmadan önce bakan Şükrü Kaya’nın verdiği yanıtın benzerini vermişti. Atatürk Şükrü Kaya’ya yola çıkış öncesi; “Ya? Demek şimdi kuşatma altındayız öyle mi? O halde şimdi biz de sofradan kalkar, gider, hem yolu açarız hem de Kırşehir’de öğretmenlerin dertlerini yakından dinleriz,” demişti.
Falih ve Ruşen Bey konağa girdiklerinde Atatürk’ü güler yüzlü gördüler Falih ve Ruşen Bey’e dönerek, “Sizi merak ettim. Şuraya buraya haber yolladık. Bir cevap da alamadık. Karnımız aç… Haydi doğru sofraya…” dedi.
Özellikle Atatürk çok neşeli görünüyordu…
Herkes yanındakine soruyordu:
– Yarın ne yapacağız?
– Çiçekdağı’nı aşarak ilk demiryolu istasyonunda hazırlanan treni bulacakmışız. Acaba yol nasıl?
– Daha berbatmış… diyorlardı.
Erkenden uyandılar. Atatürk kervan tertibini kendi yaptı. Kar dinmemişti. Bir kamyoneti öne gönderdi. Amacı karda iz yapmasını sağlamaktı. Yola çıkıldı. Hedef bu kez Yozgat’tı…
Varıldı, kendilerini bu kez yoldaki karı küreleyen Yozgat valisi karşıladı.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönerek, “İşte yol bilen vali böyle olur. Her ile böyle yol ve erkan bilen bir vali yok mu?” dedi ve ilave etti:
“Dilediğin zaman gidemediğin yere nasıl vatanım diyebilirsin?”
Kamyonet arada bir yoldan çıktı, kara gömüldü, güçlükle yola devam edildi…
Atatürk ulaşacağı yere gidecekti; her zaman olduğu gibi kesin kararlıydı…
Çiçekdağı güçlükle de olsa aşılmıştı…
Trene ulaşmaları için 70 kilometre karlı buzlu yolda ter dökmüşlerdi. Yerköy’e yaklaşıldığında sadece evlerin baca uçları görülüyordu.
Nihayet bütün pencerelerinin ışıkları ile tren göründü. Atatürk, tüm canlılığı ve gençliği ile arabasından indi:
– Tehlikeli amma, hoş bir yolculuk yaptık, dedi.
Takvim yaprakları 3 Şubat 1934 yılını gösteriyordu…
Falih Bey merakla Atatürk’e sordu:
– Arabalar kara saplanıp kalsaydı ne yapardık?
Gözleri parlayarak yanıtladı:
– Ne mi yapardık? Atla, kağnı ile yolumuzu tamamlardık, vasıtamızı icat ederdik, dedi.
Falih Rıfkı Bey Atatürk’e bir kez daha hayran hayran baktı ve içinden şunları geçirdi:
“… Öyle bir mizaç durulmaya gelmez. içi dalgalanmalıdır. Birçoklarını dinlendiren sessizlik ve biteviyelik, onu yaşamakta olduğundan şüphe ettirir. Bakışlarının mavisi uçar, dudaklarının gerginliği çözülür, sesine bir yorgunluk çöker. Bu sırada ağır bir tehlike haberi bile, onun için şevk kaynağıdır. Pırıl pırıl bakar, bir yenilmez irade çizgisi dudaklarını yeniden gerer, sesi bütün neşesine kavuşur. Birçoklarını ölüm kalım kaygısına düşüren tehlike haberini, onun yanında, yeni sevinçlerin müjdesi sanırsınız.”
Öğretmenlerin maaşları kısa bir süre sonra eksiksiz ödendi…
Kaynak:
Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri
YAşar Gürsoy, Atatürk’ün Kalemi Falih Rofkı Atay
/////////////////