Devrimlerin anahtarını açan Fransa ama Fransa, kadınlara ve son yüzyılda sığınmacılara bu kadar özgürlük sağlarken, ne kadar masumdu? Tarih, her zaman gerçekleri yazacak ve gerçekten vatanseverler, her zaman diğerlerinin arasından her ne pahasına olursa olsun ayrılacaktır.
FRANSIZ DEVRİMLERİ KADINLAR VE NAPOLYON
Kadınlar ve Napolyon, kelimesinin yan yana gelmesinden dolayı hemen aşk ilişkisine bağlamayın. Bu son zamanlarda ülkemizde yakıştırılmaya çalışan ve olsun diye yapılmış olmaktan öteye gidemeyen yapımları çağrıştırıyor.
Elbette aşk var, mesela sizlere; aşk ile izlediğim filmi, yine yanı aşk ile yazıyor olmak, işini aşk ile yapmak, kategorisine giriyor. Kadın-Erkek, ilişkisine gelince, üstelikte büyük liderler sınıfında yer alan ve Fransızların başta bir kısmı için önce Korsika’lı bir istilacı, kimine göre Kral, kimine göre asi ve görgüsüz olsa da; Napolyon, filminde gerçekten yine, Joaquin Phoenix’in, usta oyunculuğu ile bir insan tanımaya çalışıyoruz, öncelikle. Asker ile Âşık, Napolyon arasında, yalnızlığında hırsa batacak kadar, çaresizliğini de.
İSTANBUL
Filmi izlemeden önce aklımda nedense hep, kendisinin söylemiş olduğu “Dünya bir ülke olsa başkenti, İstanbul” olurdu, deyişi vardı. Dünyayı fethetmeye yönelecek, hükmedecek ve esir alacak ama yeri geldiğinde, Rus Çarına, esir almaktan çok barış istediğini sunarken bile aslında iyi bir insan profili bulabilmek mümkün. Ve bunu da elbette öncelikle annesine bağlılığına, yetiştirilme tarzına ve gerçekten âşık olup sevmeye başladığında; dünyanın tek kadını, olabileceğini kainata gösteren bir asker, kral, lider ve insan, Napolyon.
Sıra dışı Napolyon Bonapart, elbette sıra dışı hayatı kurgulayacak ve kendisi gibi birini şöyle böyle değil, o varoluşunda ki tutku ile sevecektir.
Fransız yazar ve politikacı, Alphonse de Lamartin, Dünyaya bir kere bakmak zorundaysan sadece İstanbul’a bak!” derken, aslında içinde pek çok şeyi bulundurur.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir Kurtuluş Mücadelesinin, baş mimarı, Atatürk’ün, çıkış noktası da İstanbul’dur, ondan önce Fatih Sultan Mehmet Han’da. Hâl böyle iken neden yüzümüzü önce bize döndüm. Kültür ve sanat yelpazesi içinde filmler neden var, bazı idrak edemediklerimizi daha iyi yorumlayabilmek adına öncelikle fırsattır. Üstelik 100.yılımızda, peş peşe sıralanan filmlere bakınca; özünde ve temelini hala iyi anlayamadığımızdan da olsa gerek, iyi anlatamadığımız gerçekliğini, maalesef ki yine bizim örnek alınan liderimiz, Marelaş Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkleri üzerinden evrilen Avrupa’nın, kadınına verilmemiş hakkı verenden; bu gün sadece, bu noktadan bile bakıp geriliğimizi anlayabilmek çok da zor olmasa gerek.
DEVRİM VE KADINLAR
Fransa Devrimlerle gelişti, büyüdü ama Napolyon filmini izlemeden önce siz değerli sinemaseverlere önerim, öncelikle gösterim tarihi, iki kez ertelenen, Jeanne Du Barry, filmini izlemeniz. O filmi izlediğiniz zaman, hiç tarih bilmeseniz bile, bu filmi anlarken ardından izleyeceğiniz, Napolyon, filmi ile de bağlantıyı çok daha iyi kurabileceksiniz.
JEANNE DU BARRY, devrim öncesinden kısa bir süre önce aslında, Fransa Sarayı, içinde olanları tam da dışarıdan giren ve saraya göre halktan biri olarak yansıtırken; üvey oğlu tahta geçmeye hazırlanırken, kendisinin gönderilip, gelin adayı olarak, Marie Antoinette’in, gelmesi ile başlar. Finalinde, gülümseyen kraliçe adayı, Marie, söylemleri ve yaşantısı ile tarihe geçerken; Napolyon, filminde tıpkı,Brave Heart (1995)filminde olduğu gibi giyotin ile başlar ve büyük bir güruhtan “Fransa’nın baş belası, kadın!” sesleri içinden, yuhalanarak, başına ne varsa atılarak, idama (1793) götürülür. Marie Antoinett’i yuhalamayan ama izleyen biri vardır. Aslında mağdur tüm halkı ve yaşananları izlemekte olan, terfi bekleyen bir asker olarak, Korsika’lı Napolyon Bonapart’da vardır.
Ve Napolyon Filmi – Devrim
Sokaklarda kaos, yıllarca çektikleri sefaletin bir an evvel sonlanmasını bekleyen halk, çareyi son noktada, hep giyotine bağlamak isterken; Napolyon’un kardeşine verdiği sözü, yani tüm bu olanları kurtarabilecek gücün Napolyon’da olduğuna olan inancını yanıltmayan, Fransa’nın düşmemesi için elinden geleni yapacağını belirten ve sonrada sözümü tuttum, diye karşına gelen bir asker ve gerçek bir vatan sever görüyoruz. Öyle ki hayatta ki tek yaşam amacı olan, âşık olduğu kadının, ölümü ardından, bütün itibarını kaybederek sürüldüğü adada, son sözleri yine yaşasın vatan olacaktır.
Napolyon filmi, sıradan bir askerken, Kral/İmparator, olmaya giderken ve de dönerken ki süreci kapsamakta. Bir kere uzun film boyunca (2s 38dk) her şey yeterince anlatılmış. Kaç tarih danışmanı ile çalışmışlar, tam olarak bilmiyoruz ancak Kraliçe Josephine’in hastalanması ve kendisine belki de zamanında taht ya da Napolyon’a göre, yalnız Fransa için, boşanma sürecinden dolayı kendisine haber iletilmemesi olabilir, gözükmekte. Ya da adaya sürüldüğü, yasaklı olduğu gerçeği. Netice de ortada vatan, kraliyet ya da Napolyon’un hırsı yüzünden heder olmuş dolu dolu gerçek bir aşk hikâyesine tanıklık ettiriyor. Tüm Fransa’nın önünde, severek eşine taktığı tacı, vatan için üstelikte, tokat atarak Josephine, zorla okuttuğu metne sanki razıymış gibi, imzalatması ve mevcut unvanını alması da Kraliçenin ailesi tarafından engellenmiş olabilir.Ancak öldükten sonra kimse haber vermediği ve eşine yazdığı tüm mektupların, hizmetçisi tarafından çalınmış olmasını bile, net olarak veriyor ki geleceğe ancak bunlar satılarak ya da değiştirilene bilir, olduğunun da altını çizerek.
Neticede dünya tarihinde, Josephine’in, eşi olan, Napolyon’a yazdığı mektuplar en büyük aşk mektupları olarak geçer.
KADIN VE NAPOLYON
Napolyon Bonaport, bir kaos ortamında tahta kadar yükselir. Filmde aslında böyle bir talebinin pek de olmadığını görürüz, önceleri. Zaman zaman değişken daha doğrusu bizim tabrimizle delişmen halleri, aslında onun ne kadar farklı bir mizaçta olduğunu ortaya koyar. Sıra dışıdır; sevmesi, sevişmesi, savaşması, sakinliği, kibar olması kadar kabalığı. Onun öncesine baktığımızda zaten filmin ilk açılış sahnesinde yer almakta olan ve at üstünde cephedeyken, atının tam göğsünden saplayarak öldüren, top mermisini kendi eliyle çıkarıp, yaverine annesine göndermesi talimatı verir. Filmin finaline doğru o meşhur şapkasından yaralanır. Üniforması onun her şeyidir.
Aynı Napolyon’u, Mısır’da soğukkanlı ve bir çocuk merakı ile Mumya’yı incelerken buluruz.
Yine aynı çocukluğu, taht ve varis meselesinden bir türlü Josefine’den çocuğu olmayan Napolyon’un sürekli yönlendirdiği ve hemen etkisi altına girdiği annesinin yönlendirmesi ile sırf çocuk için, istemeye istemeye ve hatta kadının yüzünü görmemek için mumu söndüren, aşık ama mecburiyet, hırs ve en başında, ilk birbirlerini gördükleri anda Josephine’in kendisine söylemiş olduğu gibi, anneci, olmasının baskısı, yaşamının her noktasında kendisini bazen olumlu ve özel ilişkisi anlamında çokça olumsuz olarak gösterecektir.
Sıra dışı bir karakter olduğunu ifade eden, Napolyon’un, son nefesine kadar aşık olup evlenceği Josefine ile tanışmaları da ilginç. Normal gibi gözüken ama kendi içinde şifrelerle dolu buluşmalarının ilk anında, tutkunun buram buram kokusu ve karşısında ki kadının da kendisi gibi olmasının verdiği büyük patlama ile aslında Napolyon, biraz daha kendine ve özgür olma düşüne yaklaşacaktır ki haklı olarak ilk ciddi kavgalarında, Napolyon, baskı kurmaya kalkınca; Josephine, “Söyle, Ben sensiz bir hiçim.” Dedirtmek istediği sözünü, Napolyon’a söylettirir. Koskoca Kral’a bunu söyletebilen bir kadındır, Josephine ama o da kendi yaşamının sırlarını açıklar, mahsuru var mı der, yaşamımın böyle olması. Kabul eder, Napolyon. Herhangi bir mahsur yoktur. Açık açık söyler, ilk buluşma da “ Kocam, beni birçok kadınla aldattı, savaşta öldüğünde tüm metresleri ordaydı” derken; kırılmış onurunu, erkeklerden nefret edişinin nedenlerini sunar.
Ama erkeklerden nasibini fazlası ile alan ve Napolyon’u cepheye gittiğinde, belki de hep yalnız bırakılma travması ile aldattığında; büyük ama gayet mantıklı konuşabilen, tartışabilen seviyede iletişim ile Napolyon, kendisine “Ben, diğer erkeklere benzemem” deyişi ile aslında bir kere sever, tam severim lafını tam da yerine yaşamı boyu koyacak ve tıpkı kaos altında Fransa’yı kurtarmak için verdiği sözü yerine getirecektir.
İşte Josephine’de ikinci eşi olarak karşısında doğru dürüst bir erkek olduğunu anlayarak, birkez daha aşık olacak ve onu bir daha yalnız bırakmamasını isteyecektir.
Tüm bu bilgiler ışığında; büyük oyuncu, Joaquin Phoenix ile başlayan ilk sahnelerde, belki de hep iyisini bulduğumuzdan, usta oyuncudan daha fazlasını beklemek ya da şimdiye kadar çizilmiş, bilindik Napolyon karakterinin vasat olduğu izlenimi önce oluşmuştu, kafamda. Oysa film açıldıkça, gerçekte de tam olarak ne yapacağını bilmeyen, büyük bir kaos içinde, her şeye rağmen bildiği yoldan şaşmayan, tutkulu bir vatanperver, iyi bir asker ve iyi bir koca, olmasında ki gerekçeleri karakterinin sağlamlığında görebiliyoruz.
Neler hissettiğini, tüm gelişme ve evrimle sürecinin sancılarını, vermek isteyen aktör, Napolyon’ da ki performansı ile yine muhteşem.
Napolyon filminden çıkardığım en büyük çözümleme, Jeanne d’Arc, olarak bilinen ama tarihe ve bize doğru yanları ile yansıtılan yanları ile baktığımızda; Kadınlar. Öncelikle tüm Fransız kadınları başta olmak üzere bütün kadınlar…
Kadınlar reform yapmışlar, bugün belki söz sahibiler ama geriye baktığımızda, taht yüzünden en büyük bedeli ödeyen yine kadınlar.
Filmin ilk açılış ve giyotin sahnesinde belirtilen:
Devrim düzen getirdi ama aynı düzen yine hırslarla, taht kavgaları aslında aynı şeye döndü.
Ne de olsa düşünürü bol Fransa’da, bunca acı da düşünür olmayı, belki de mecbur kılıyor olmalı.
Filmde dul (idam edilen subay) olarak belirtilen, Josephine’in eşi, General’di, devrim sırasında giyotine gitti ve Josephine hapiste yattı, şans eseri giyotinden kurtulduktan sonra Napolyon ile tanıştı. Ve ilk tanışmada, ismini öğrenmek için sorduğunda : Napolyon, Hayatımın akışımı değişti?, sorusunu yönelttiğinde, İmparator, aradığını kadınını bulduğunu anlamıştı.
Ve tahta çıktığında usule bakmaz, kendi elleri ile tacı önce kendi başına, sonra Josephine’nin başına koyar.
Çünkü bir kez elini tutmuştur ve Josephine’nin yeniden elinden tutar, nereye gittiğinden habersiz Josephine’e, “Şimdi bu kapıyı açacağız ve bizi bekleyen şeyi yaşayacağız”,der.
Velhasıl, Napolyon ile Josephine, birbirlerine bir daha ki yaşamda, buna bakacağız deseler de; anne olamamanın, daha doğrusu Napolyon’a bir çocuk verememenin acısını, hep içinde hisseden ve bu uğurda her şeyi elinden alınan, Josephine, bir daha ki yaşam varsa, sanırım anne olmak istemez.
Çünkü kadınlar her ne olursa olsun, annelikten önce kadın olduğunu hissettiren ve ona güven duygusunu tattıran erkeğe sonsuz inanmak ister. Böyle aşkların, sıra dışı ilişkilerin, değil o yüzyılda şimdilerde bile zor hatta imkânsız olduğunun altını çizerken; kadınlar Fransa’yı hala yaşatmakta.
Yani bu bazen, makyajsız sade kırmızı bir ruj, bazen ciddi bir yazar. Bazen bir fular ile olur.
Onlar yani lider ruhlu kadınlar, hep öncü değil midir, öncellikle hem cinslerine ve hayata…
Josephine’de, tıpkı Jeanne Du Barry gibi dönüşümleri, devrimleri, saraya getirmiştir. Yine filmde olmayan, dünya modasının kalbi Paris’dir, diyorsak, bunda bir zamanlar, Paris Modasının, ilham aldığı, Kraliçe Josephine, kostümleri ve öncülüğünün tohumlarını serpmiş olmasındandır.
Netice de o, fakir bir çiftçinin kızı iken; İmparator Napolyon’un karşılıklı ve çok yüce aşkları ile Kraliçe olmaya kadar yükselmiştir.
Dolu dolu hele bir buzda, sular içinde inanılmaz derece başarılı savaş sahneleri ve dönemi anlatış yorumu ile övgüye değer, bir biyografi filmi sunulmakta.